HESABIM
GİRİŞ YAP

Hoşgeldiniz! Hesabınıza buradan giriş yapabilirsiniz.



Yardım
ya da
YENİ HESAP OLUŞTUR

Bilgilerinizi girerek yeni bir hesap edinebilirsiniz.



Sevgili öğrencimiz Nil Erva Demir'in Albert Camus'un "Veba" adlı eseri üzerine kaleme almış olduğu kitap kulübü makalesini sizlerle paylaşıyoruz.

 

KÖTÜLÜK VE FARELER ÜZERİNE

“Bir hapsedilmişliği başka bir hapsedilmişlikle göstermek, gerçekte var olan herhangi bir şeyi, var olmayan bir şeyle göstermek kadar mantığa uygundur.”

 

Camus bu alıntı ile başlıyor esere. Vebanın hikayesini okumayı bekleyen okur için başta anlam verilemez oluyor bu cümle. Hapsolmuşluk neydi? Var olup da var olmayanla gösterilen şey eser boyunca gözümüzün önünde olabilir miydi? Yoksa veba bir kurmacadan mı ibaretti? Peki ya fareler, fareler bu hikâyenin neresindeydi?

 

İnsanlar fareleri sevmezler. Onlara göre fareler yok edilmesi gereken iğrenç yaratıklardır. Yıllarca kurdukları düzene direnen ve her zaman otoriteye karşı gelerek insanların kurallarını hiç eden fareler insanlar için büyük bir nefret kaynağıdır. Çünkü kurdukları düzenin bozulmasına dair hissettikleri dayanılmaz korku, savaşmaya cesaretin olmadığında büyük bir nefrete evrilir. Geride kalan tek bir farenin bile onların hasbelkader kurdukları sistemi yok etme ihtimali insanları deli eder. İnsanlar, her zaman yüzleşmeye cesareti olmayan parçalarından yıkılırlar. Bu yüzden fareler yok olmalıdır. Ancak onların yok oluşu insana kurduğu düzmece otoritenin güvende olduğu hissini aşılar. Olur da bir gün otorite yıkılmaya başlarsa narsistik arzularına rağmen okların kendilerine doğrultulmasından nefret eden insanoğlu dikkatleri başka tarafa çekmek ister. Fareler bu durumda günah keçisi olmak için en makul seçenektir.

 

Fareler tüm şehri sarmıştı… Günden güne sayıları kontrol edilemez bir şekilde artan fareler, insanlar için büyük bir tehdit oluşturmaya başlamıştı. İnsanlar, farelerin gün geçtikçe şehri ele geçirmesinden ve büyük zorluklarla kurdukları düzenlerinin bozulmasından korkuyorlardı. Sonradan gelip işgal ettikleri habitatın sahiplerini düzen bozmakla suçlayacak kadar şuurlarını yitirmiş ve bencillerdi.

 

İnsanların fareleri kendi varoluşlarına tehdit olarak gördükleri andan itibaren Tanrı'ya yalvardıkları tek bir dilek vardı o da farelerin yok olup gitmesiydi. Kendilerini onlardan korumak için Tanrı'ya yalvardıkları bu dileğin insanların talihsiz yazgılarındaki mutlak mağlubiyetin anahtarı olduğunu kim bilebilirdi ki…

 

Şehrin sahiplerinin geri dönüşü şehre baş edilemez bir korku sarmıştı. Yıllarca saklandıkları delikten ortalığa saçılmaya karar veren fareler bir şehrin sonu gelmeyecek bir felakete sürüklenmesinin habercisiydi. İnsanlar ise onlara o kadar nefret doluydu ki aynı safta olduklarını göremiyorlardı bile. Fareleri gecenin karanlık sokaklarından gündüzün ruhsuz kalabalığına kaçışması öylesine değildi. Veba tüm şehri sarmış ve insanları ele geçirmişti.

 

Toplumdaki zehirli düşünceler veba gibidir. Bu düşünceler küçük bir zihinde başlar ve hızla insanın her zerresini ele geçirir. Herkese yayılıp kontrolden çıkana kadar salgının boyutunu anlayamazsınız. Zamanla zehrin etkisi ile kendisini gösteren ufak tefek belirtiler insanlar için birer ikaz niteliğindedir fakat insanlar gözlerinin önündekini göremeyecek kadar kördür. Dünyadaki kötülük neredeyse her zaman cehaletten kaynaklanır. Bu yüzden bu salgının en büyük panzehiri bilgeliktir. Bilgelik, insanı içine düştüğü kötülük girdabından çekip çıkaracak tek yardım elidir. Her acının derininde yatmakta olan görkemli ışığın görülmesini sağlar. Bu ışık kurtuluşa giden alacakaranlık yolları aydınlatır. Toplumdaki zehirli düşüncelere karşı savaşan aydınlar ise bu hikâyenin fareleridir. Tarihte öyle anlar olmuştur ki iki kere ikinin dört ettiğini söyleyenler ölümle cezalandırılmıştır. Yani farelerin bunca zaman acımasızca öldürülmeleri de boşuna değildir.

 

Fareler; toplumdaki haksız düzene, zehirli düşüncelere karşı silahlarını kuşanmış şehrin korkusuz neferleridir. Tek arzuları adalet ve değişimdir. Onlar, hastalıklı düşünceler ve mutlak otoritenin en büyük düşmanlarıdır da. Yıllarca zehirli düşüncelerle yoğrulmuş insan artık bu zehre bağışıklık kazanmıştır. Fareler ise saf iyilikle doludur. En ufak bir zehir bile onları yok etmeye yeter. Bu yüzdendir ki hayatları boyunca kendilerini kötülüğün zehirden korumak için insanların olmadıkları ücra köşelere saklanmak zorunda kalmıştır. Çünkü bilirler ki insanın olduğu yerde kötülük kaçınılmazdır. Kendi kuytu köşelerinde mutludurlar. Ta ki zehir yayılıp onların saklandıkları kuytu köşelere bile ulaşana kadar…

 

Başta veba sadece fareleri vurur. Bu, topluma vebanın gelişi hakkında verilmiş ilk uyarıdır. Ne yazık ki insanların nefretleri namlunun ucunun kendilerine dönebileceği ihtimalini hep görmezden gelir ve içten içe farelerin ölümü onların kibirlerini okşar. Bu korkunç felaket onların başlarına gelene kadar kendilerini dokunulmaz zannederler. Onlara dokunmayan yılanın kimi soktuğu umurlarında değildir. Kötülük tam da bu noktada başlar. Merhamet duygusunun bu denli yok oluşu vebanın herkesi ele geçirdiğinin en net ispatıdır.

 

Fareler vebaya ilk yakalandıklarında afallar. Bu, insanın içindeki kötülük ile ilk yüzleşmesi gibidir. Vebayı hissettikleri an yapacakları ilk şey eski habitatlarına koşmak olacaktır. Hayır, bu insanlardan umulmuş bir yardım değildir. İnsanların düşene bir tekme de kendileri vurarak onların can çekişini keyifle seyredeceğini bilirler. Aksine ellerindeki panzehri hiçe sayıp insanlara vebanın gelişini haber vermek isterler. Bu, insanlar için kendilerini ilk feda edişleri değildir. Herkes kendi özünü gerçekleştirir. Ne insandan merhamet ne de fareden bencillik beklenebilir. Ucunda ölüm olsa bile insanları kurtarmak için çırpınmaya değerdir. İnsanlarsa onlara getirilen uyarılardan bihaber hayatlarına devam ederler. İnsan çoğu zaman kibrinin altındaki körlük ve bilinçsizlik ile kendini ele verir. Ne zaman ki veba tüm toplumu sarıp esareti altına alır, o zaman insanlar anlamaya başlarlar vebanın boyutunu.

 

Vebadan kaçamayan insan kendi dört duvar arasındaki esaretinin içinde çaresizce vebanın ona merhametini bekler. İnsanın esareti tam da bu noktada başlar. Kendileri körükle gittikleri ateş onları sarmaya başladığında artık her şey için çok geçtir. Kötülüğün doğası böyledir. Ateş, kontrolsüzce yayılmadığında hayatı kolaylaştırır, insanı ısıtarak kendisine minnet besletir. Ateşin kendisine sağladığı faydanın farkına varan insanoğlu, ateşin hiç sönmemesini diler. Yangın ilk çıktığında sırf artık istifade edememe korkusuyla müdahale edilmezse o yangının size sıçraması kaçınılmazdır. Yangın her tarafınızı sardığında derin bir hapsedilmişliğin içine düşersiniz. Kitap, bu hapsedilmişliği çok derin bir metaforla işler. İnsanlar esaretin içine düşene kadar özgürlüğün kıymetini bilemezler. Veba ve sonrasında gelen hapsedilmişlik aslında gerçekte var olan bir hapsedilmişliğin derin ama muğlak bir yansımasıdır. Özgürlük, prangalar olmadığı sürece kıymeti bilinmeyen hatta çoğu zaman insanların göz ardı ettiği bir kavramdan ibarettir sadece. İnsan kaybetmediği sürece bazı şeylerin kıymetini anlamaz, kaybettikten sonra ise ne kadar dövünse ve pişman olsa bile iş işten geçmiştir artık. Kitap boyunca işlenen ümitsizlik esasında insanların kendi hırsları sonucunda oluşturulmuş bir senaryonun hazin sonudur.

 

Zamanında onlardan köşe bucak kaçarak hayatta kalmaya çalışan farelere kibir besleyen insanoğlu, artık vebanın dünyasındaki minik ve iğrenç farelere dönüşmüştür. Tek bir fark vardır; fareler toplumdaki hastalıklı zihinlerle savaşacak kadar cesurken insanoğlu kendi çıkarları için zehirli düşünceleri bağrına basacak kadar bencildir. Günün sonunda dört duvar arasında sıkışıp vebadan merhamet dilenecek kadar onursuz ve iki yüzlüdür… Şüphesiz ki hapsedilmişlik, hastalıklı zihinlerle dolu bir dünyada farelerin kıymetini bilmeden kendi zihin sınırlarında takılıp kalmak kadar acınasıdır. İnsanoğlunun kibir ve nefreti onları sadece farelerden kurtarmamış, aynı zamanda vebanın pençesinde minik bir fare gibi can vermesinin kaçınılmaz yazgısı yapmıştır.

Sayfayı Paylaş :