HESABIM
GİRİŞ YAP

Hoşgeldiniz! Hesabınıza buradan giriş yapabilirsiniz.



Yardım
ya da
YENİ HESAP OLUŞTUR

Bilgilerinizi girerek yeni bir hesap edinebilirsiniz.



Furkan Elmas

Immanuel Wallerstein – Bildiğimiz Dünyanın Sonu 

İçinde yaşadığımız dünyayı tanımak ve bilmek, bu dünyanın nasıl idare edildiğini birtakım teorilerle ve analizlerle kavramaya çalışmak sosyal bilimcilerin uzun zamandır ilgilendiği meselelerden biri olmuştur. Immanuel Wallerstein, günümüzdeki dünya sistemini anlamak ve onun sorunlarını çözümlemek için makro sosyoloji, tarihsel sosyoloji ve toplumsal değişim perspektiflerinden konuya yaklaşır. Güncel dünya sisteminin kapitalizm tahakkümü altında olduğunu belirten Wallerstein, Bildiğimiz Dünyanın Sonu adlı eserini iki ayrı bölümde inceler. Bunlardan ilki kapitalizm dünyası iken ikincisi bilgi dünyasıdır. İçine doğduğumuz kapitalizm dünyası pratiklerini bildiğimiz ve kültürel olarak etkilendiğimiz bir dünyadır. Yazar, bilgi dünyasını ise bu dünya sistemini günümüz sosyal bilimlerinde nasıl kavradığımızı açıklamak amacıyla tartışmaya açmıştır ve bilgi dünyasının geleceğini değerlendirmiştir.

Günümüzdeki dünya sisteminin 16.yüzyıldan itibaren devam ettiğini ileri süren Wallerstein, sonsuz sermaye biriktirme arzusunun, emek gücünün kontrolünün ve kapitalist düzene uygun devletin oluşumunun kapitalizmin Batı Avrupa’dan başlayarak tüm dünyayı kapsayan bir sistem haline gelmesindeki önemli etmenler olarak görür. Bahsi geçen süre zarfı beş yüz yıl olduğu için kapitalizmin dünyaya entegre olması sürecini bir anda olmuş bir olay olarak değil, yavaş yavaş bölgelere nüfuz eden politik, ideolojik ve kültürel bir olgu olarak değerlendirmek mühimdir. Yazar, kapitalizmin dünya sistemi olarak yer edinmesindeki gidişatında bazı dönüm noktalarını sık tekrar eder. Bunlardan en başta göze çarpanları 1848 Devrimleri ve 1968 Olayları’dır. Bu tarihler, kapitalizmin krizlerle karşılaştığı ve yörüngesini değiştirerek farklı çözümlerle yoluna devam etmek zorunda kaldığı olayları işaret eder. Buna paralel olarak kapitalizmin hegemonyasını yıkmayı, daha eşit ve demokratik bir düzeni temel alarak farklı bir üretim sistemini uygulamaya geçirmeyi vaat eden komünizm heyulasını analiz eden Wallerstein, 1848-1917 ve 1917-1991 arasındaki dönemlerde bu heyulanın farklı şekillerde algılandığını iddia eder. Öyle ki burjuvazinin ön plana çıkardığı kavramlar olan demokrasi ve eşitliğin sadece algı yaratmakla kalması ve sınıf bilinciyle birlikte ortaya çıkan emek sömürüsüne karşı duruş 1848’den Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin kurulmasına değin komünizmin gelişmiş bölgeler olarak görülen Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’daki yerlerde olumlu bir hava yarattığı aşikardır. Ancak yazarın tanımlamasına göre komünizm heyulası, Sovyetler Birliği’nin politik ve ekonomik olarak komünist idealleri gerçekleştirememesi üzerine korku saçan bir hayalete dönmüştür. Diğer bir deyişle, Sovyet Rusya’nın kapitalist bir ideal olan kalkınmayı benimsemesi, emperyalist bir ofansif tutum içerisinde olması ve Marksist teorideki ücretli emeğin kaldırılmasını gerçekleştirememesi onların kapitalist sistemi yıkmasına olanak sağlamamıştır. Wallerstein’ın da belirttiği üzere hem içeriye hem de dışarıya egemen ve meşru olduğunu belirten devletler aslında şu anki dünya sistemi olan kapitalizm sisteminin içerisinde asla tam olarak bağımsız olamaz. Dolayısıyla Asya, Afrika ve Latin Amerika’da gerçekleşen ulusal bağımsızlık hareketlerinin dünyadaki sisteme karşı olarak devrim yapmaları ve akabinden sisteme adapte olup devrim ideallerini bir köşeye bırakmaları Wallerstein açısından şaşırtıcı değildir. 

 

Yazarın dikkat çekmek istediği diğer bir nokta ise Doğu Asya ülkelerini yükselişinin ve son yıllardaki ABD hegemonyasının gerilemesinin merkez-çevre ilişkisine oturtularak değerlendirilmesidir. Batı Avrupa’daki devletlerin 16.yüzyıldan itibaren belli yerlerde kapital birikimini sağlayarak hegemonya olduğu sistemin son birikim noktası olan ABD, Doğu Asya ülkelerinin pazara hakim olmasına engel olamadığı için güncel olarak Çin ile devam eden bir hegemonik savaşın içerisindedir. Buna binaen analizlerine Sovyetler Birliği Dönemi Rus iktisatçısı Kondratiyef’in kendi adıyla anılan ekonomik genişlemeyi, durağanlığı ve buhranları temsil eden dalgalanmaları ekleyen Wallerstein, dünyanın farklı bir Kondratiyef dalgasına geçmek üzere olduğunun altını çizer. Kondratiyef A dönemi yüksek kar ve üretimin habercisiyken Kondratyief B dönemleri de finansal gelir ve düşük kar ile özdeşleşmiştir.Yeni bir Kondratiyef dalgasına geçiş ise emek ve kapital arasındaki ilişkinin tesisinin değişmesi anlamına gelmektedir. Doğu Asya’nın yükselişi ve ekonomik veriler kapitalist üretim biçiminin form değiştireceği veya tamamen ortadan kalkacağına dair emareler barındırmaktadır.

 

Kapitalizmin bir dünya sistemi olarak sonuna yaklaştığını iddia eden Wallerstein bu meseleye ideolojik bir yaklaşım da sunmaktadır.1848 Devrimlerinin ardından hakim ideolojiler olan liberalizm, milliyetçilik ve radikal solun arasından sivrilerek diğer ideolojileri de kendi yoluna çeken Liberalizm, modern devlet dizaynı ve devletin kapitalistlerle olan ilişkisi açısından 1968’e kadar çok etkili olmuştur. Bu dönemden sonra devletin vaatleri olan refah, genel oy hakkı ve milliyetçilik liberalizm’in tehlikeli sınıflar olarak gördüğü sistem karşıtı güçlerin zapt edilmesi ve sisteme ikna edilmesi çok daha güç olmuştur. Fransız Devrimi’nin ardından ortaya atıldığı gibi özgürlük, eşitlik ve kardeşliği getirmemesi, uzun yıllardır süren liberal temellere dayalı kapitalist dünya sisteminin şahlanma noktası olarak değerlendirilebilecek 1989’daki komünizmin çöküşü aslında liberalizmin zaferi değil onun da çöküşünün habercisi olacaktır. Zira günümüzde bilhassa gelişmiş ülkelerdeki insanlar devletin meşruluğunu hiç olmadığı kadar sorgulamaktadır. Devletin kapitalistlerin sermayesini koruması ve dar görüşlü, kısa vadeli planları olan kapitalistlere uzun vadeli planlarla yol göstermesi devletin iddia edildiği gibi halktan kaynaklı bir meşruiyet içerisinde olmadığını aslında kapitalizme hizmet eden bir organ olduğunu gösterir. 

 

Güncel tartışmalarımızın içerisinde gitgide daha da önemli bir yer edinmeye başlayan ekolojik kriz de Wallerstein’ın parmak bastığı konulardan bir tanesidir. Kapitalist sistemde çevrenin sağlamış olduğu olanaklardan ve emek gücünden yararlanarak sonsuz kar etme hevesinin peşinde koşan sermayedarlar, dünya ekolojisini geri dönülmesi zor bir biçimde tahrip etmiştir. Bu nedenle de insanların bu duruma tepki vermesi ve devletin gitgide yok olmak üzere olan ekolojiyi ayakta tutma çabası sermaye sahiplerinin hoşuna gitmemiştir. Burada kalınan ikilem ekolojinin tamamen tahrip olması ve karların düşmesi ile ilgilidir. Yazara göre devletin önünde bu duruma çözüm bulmak için birtakım seçenekler olsa da o asli görevi olan kapitalistlere hizmet etme vazifesinden geri durmamaya çalışır ve bu sorunları oldukça öteler. Ekolojik kriz böyle devam ettiği müddetçe de kapitalist dünya sisteminin devamı için bir çıkış noktası gözükmemektedir. 

 

Wallerstein’ın liberalizm ile demokrasi arasındaki ikilemi ortaya çıkarması zihnimizdeki bu kavramlara dair olan algıların değişmesinde önemli bir rol oynamaktadır. Yazarın iddia ettiği üzere liberalizm diri tuttuğu milliyetçilik ideolojisi ve bir işte ehil olma prensibiyle dahil edici değil dışlayıcı bir tutum içerisindeyken demokrat olması mümkün değildir. Ancak unutulmaması gerekir ki kapitalistler her zaman için makinelerin aparatı olarak görev alan ucuz emek gücüne sahip olmak ister. Dolayısıyla farklı yerlerden göçler istenilen bir durum olmakla beraber ülkenin içindeki insanlar kültürel ve ekonomik nedenlerden göç edenlerin gelmesini kolay kabullenmez. Bu durumda çok kültürcü bir politika benimsemek yerine asimilasyonu benimseyen liberalizm, eşit ve demokratik yollardan yürümez. 

 

Yazarın ufuk açıcı diğer bir tezi ise değişim hakkındadır. Dünyanın bugün kendini inandırmış olduğu değişimin sonsuz olduğunun bir yanılgı olduğunu göstermeye çalışan Wallerstein, değişim sonsuzdur ve hiçbir şey değişmez tezleri arasında bir sarkaç oluşturur. Tarihsel sistemlerin bir doğuşu ve ölümü olduğu gerçeği her ne kadar değişimin sonsuz olduğunu düşündürtse de ortaya çıkan felaketlerin, emek sömürüsünün ve savaşların sabit kalıyor olması liberalizmin iyiye doğru sonsuz dönüşüm argümanının gerçek dışı olduğunu gösterir. 

 

Kitabın ikinci kısmında kitap boyu sosyal bilimcilere birtakım roller yükleyen Wallerstein, 21.yüzyılda sosyal bilimlerin ne yönde ilerlemesi gerektiği konusunu detaylı bir şekilde anlatır. Fransız Devrimi’nin ardından bilimlerin kurumsallaşması hızlanmıştır ve günümüzde halen daha yaptığımız sınıflandırmaya benzer olan doğal bilim, beşeri bilim ve sosyal bilim ayrımı kendini bilgi üretim sahası olan üniversitelerde kendini göstermeye başlamıştır. Batıyı merkez alan sosyal bilimlere gelen eleştiriler ise tarih yazıcılığı, evrenselciliğin dar görüşlülüğü, Batı medeniyeti ve Doğu medeniyeti hakkındaki illüzyonlar, Şarkiyatçılık ve ilerleme teorisi etrafında şekillenmiştir. Wallerstein’a göre üstenci Batı Medeniyetinin kendisine bir mit oluşturmuştur ve sosyal bilimler bildiğimiz dünyanın sonuna yaklaşırken ilk ciddi eleştirilerini geliştirmiştir. Ancak bu eleştiriler yıkarken yerine yeni bir bilgi üretme ve dünyayı kavrama mekanizması inşa etmemiştir. Bu yüzden sosyal bilimcilerin rolü yeni dünya sisteminin doğru ve iyi olan üzerine bina edilmesi meselesini tartışmaktır. Günümüzün üniversite sistemi ve akademik temelleri özgün bilgi üretmeyi talep ederken bunu mümkün kılacak kolektif organizasyonların oluşumunu desteklememektedir. Aydınlanmadan itibaren başlayan bilim ile felsefe arasındaki kopuşun kolektif bilgi üretiminde bir kriz yarattığını düşünen Wallerstein, daha bütüncül bir bilim anlayışıyla daha eşit ve demokratik bir dünyanın yaratabileceğine inanır. 

 

Dünya sistemleri analizi üzerine yazmış olduğu Bildiğimiz Dünyanın Sonu adlı kitapla kapitalizmin büyük bir sıkışmışlık içerisinde olduğunu vurgulayan Wallerstein, içinde olduğumuz kapitalizm dünyası ve bu dünyayı kavramamızı sağlayan bilgi dünyası üzerinden bir değerlendirme yapar. Kapitalizmin tarihsel gelişimini daha detaylı takip etmek ve hegemonya değişimlerini anlamak isteyenler için Giovanni Arrighi’nin Uzun Yirminci Yüzyıl adlı eserini okumalarını tavsiye ederim. 

 

Sayfayı Paylaş :