HESABIM
GİRİŞ YAP

Hoşgeldiniz! Hesabınıza buradan giriş yapabilirsiniz.



Yardım
ya da
YENİ HESAP OLUŞTUR

Bilgilerinizi girerek yeni bir hesap edinebilirsiniz.



Veysel Sunar

"DENEMELER" ESER İNCELEMESİ

David Hume, Batı düşüncesinde birçok düşünürü görüşleriyle etkilemiş, Batı Aydınlanma Çağı’nın önemli isimlerinden biri olmuştur. Ampirizm, şüphecilik ve doğalcılık akımlarının bir temsilcisi olarak Hume’un farklı konularda kaleme aldığı yazılarının derlemesi olan “Denemeler” adlı eserinde bu akımların etkisini taşıyan görüşlerini görmek mümkün.

Eserde karşımıza çıkan ilk başlıkta yazar, deneme yazma amacını “alimler ve hoşsohbetler dünyalarının apayrı ve ortak kümede bulunamayışlarına” dayandırıyor. Bu durumu düzeltmeyi adeta kendine ebedi bir görev biçiyor. Bununla beraber bu denemelerdeki temel gayenin iki tarafın güzelliklerinin birbiriyle tanıştırılması gayretine dayandığını da hissedebiliyoruz. Hume, muhabbet edilmek için edilen sohbetleri hayatın en verimsiz ve keyifsiz kısmı olarak değerlendirmekle beraber yalnızca doğru bir erdem anlayışını oturtmuş kişilerin müsamahayı hak ettiğine değiniyor ve ilk denemenin en vurucu cümlesini ekliyor: “Umarım kimse gölge uğruna özü feda etmek gibi bir hataya düşmez.”

“Orta Halli Yaşam Üzerine” başlıklı yazısında bizleri bir fabl girişiyle karşılıyor yazar. Büyük şeylerin –ki bu büyük bir zenginlik veyahut yüksek bir mevki olarak düşünülebilir- çalkantılı ve çamurlu bir hâl alacağını ancak orta tabakanın berraklığının çok daha tatmin edici olduğunu çarpıcı bir şekilde önümüze koyuyor. Üst zümrenin vaktinin hazza yetmeyeceğini ve keza alt tabakanın da mutluluk için pek fırsatının olmadığını, doğal olarak orta sınıfın azami dengeyi sağlamasının daha kolay olacağını dile getiriyor.

Üçüncü başlıkta zevk ve duygulanım kavramlarını “talihli ve talihsiz yaşanmışlıklarımızın çok azının bizim elimizde olduğuna fakat ömrü ne şekilde geçireceğimizin hakimiyetinin tamamının bizim elimizde olabileceğine” dayandırarak açıklıyor. Burada mühim olanın muhakeme yeteneği olduğuna değiniyor ve muhakeme yeteneğini bir saat olarak metaforlaştırıyor: “Sadece en özenle hazırlanmış saatler dakikaları ve saniyeleri gösterebilir ve zamanın içinde bulunan en ufak nüansları ayırt edebilir.”

Eserde, gözlemleyebildiği dönemin büyük tartışma konularından olan insan doğasının asil mi yoksa adi mi olduğuna dair bir denemesini de görmek mümkün. Bu tartışmada asıl olanın standartlar üzerinden değil de karşılaştırmalara dayandırılıyor olmasını ve insan lehine bir üstünlüğe varılmasını eleştiren David Hume’un yaklaşımının ise benlik sevgisiyle ilgili olduğunu görüyoruz. Erdem kavramına hemen her denemesinde ele aldığı gibi burada da değiniyor ve erdemlerin görkemliliğini sevmenin erdemin kendisiyle ilintili olduğunu ifade ederek erdemin kendisini mükafat olarak tanımlıyor ve yazısını noktalıyor.  

Eserin ilerleyen dört bölümünde tamamen dünyada doğal olarak ortaya çıkan insan yaşamı ve mutluluğuna dair farklı fikirlere sahip ekollerden bahsediyor: “Epikürcüler” adlı denemesinde insanı yalnızca doğanın üretebileceğinden ve ahengin kaynağını doğanın ilhamından almasına dayandırarak başlayıp doğanın düzenine müdahale edilmeden yaşamı sürdürmenin hazza ve erdeme giden en sağlıklı yol olduğuyla yüzleştiriyor ve bizlere âna odaklanıp varoluşun en ufak bir parçasını kaybetmemenin gerekliliğini hatırlatıyor. “Stoacılar”da bir önceki bölümün devamı niteliğinde fikirleri mevcut fakat buna ek olarak insanın ebeveynini doğa olarak tanımlıyor ve erdemin mükafatının şan olabileceğini ve bu ödüle yalnızca erdeme gözü açık olanların ulaşabileceğini savunuyor. “Platoncular” başlığında ise sanat ve doğanın kıyaslanarak inanılmaz benzerliklerin ortaya çıktığına şahit oluyoruz. Ekoller içerisinde son değindiği “Skeptikler” adlı denemesinde zihnin sınırlarına ve buna zıt olarak doğanın sonsuz çeşitliliğine gönderme yapıyor; ayrıca mutlu olmak için tutkunun iyi huylu ve toplumsal olması gerektiğini vurguluyor ki bunu kamu yararıyla açıklamak mümkün. Sonuç olarak eserin ekolleri ele aldığı bu dört denemesinde öncü savunucularından olduğu akımlardan “doğallığa” ne denli önem atfettiği çıkarımını yapabiliyoruz.

Eserin en çarpıcı kısımlarından olan trajediye dair yazısında neşe, mutluluk ve güvenle bitecek görece acıklı bir senaryonun son derece vurucu olacağını zira çekilen her türlü zorluk ve mücadelenin hitabet sanatıyla buluşturularak seyirciye aktarılmasının gerçekçi ve tatmini yüksek bir kurgu olduğunu açıklıyor. Ancak yazar, bütün bu trajedi eğer bir ihtimalle gerçek olsaydı seyircinin oyuncu olduğu bir senaryonun kişiye izlemek kadar zevk vermeyeceğine de değinmeden geçmiyor.

“Beğeni Standardı Üzerine” başlıklı denemesinde bizi kendi beğeni ve kavrayış biçimimizden ayrışan her şeye “barbarca” yakıştırması yapma yatkınlığımızla yüzleştiriyor ve sebebini büyük ölçüde zihnin ince duygulara duyarlı ve hassas yapısıyla açıklıyor.

David Hume “İntihar Üzerine” yazısında tarihin tamamında boy göstermiş batıl inançlara ve sahte dinlere karşı felsefenin tek panzehir olduğundan bahsediyor ve buna ek olarak intiharın daha önce de bahsettiğim doğallık ilkesine aykırı olmaktan uzak, oldukça sıradan ve doğallığa müdahale sayılmayacak bir eylem olduğunu "İnsan yaşamının sona erdirilmesi tanrıya bırakılmış olsaydı, onu muhafaza etmek de aynı ölçüde suç sayılırdı." şeklinde son derece açık şekilde ifade ediyor.

Eserin sonuna yaklaşırken kitabın hacimce büyük bir bölümünü oluşturan “Antik Çağ Uluslarının Nüfus Kalabalığı Üzerine” yazısına rastlıyoruz. David Hume bu yazısında demografik olguların ekonomik koşullara ve nüfusun refahı üzerine etkisini sosyo-modern bir bakış açısıyla savaş, kölelik ve ticaret gibi unsurlar üzerinden ele alıyor. Ayrıca bu bölümde daha önce görece az rastladığımız mülkiyet ve politika konularına da atıfta bulunuyor. Antik Çağ toplumlarını orduların boyutları, şehirlerin sınırları, nüfusun nitelik ve nicelik bakımından büyüklüğü, yerleşim yerleri ve hasatla ilgili raporları bakımından inceliyor ve değerlendiriyor. Bu kısımda da geçmişi ve insan doğasını birbiriyle bir bütün kabul ederek bizlere yine doğallık ilkesinin savunucusu olduğunu gösteriyor.

Eserin son denemesi olan “Ruhun Ölümsüzlüğü Üzerine” başlıklı yazısında töz ve ruh kavramlarının halihazırda bulanık ve eksik olduğundan yakınmakla beraber ruhun ölümlülüğünün en mutlak savunucularının dahi tözün ölümsüzlüğünü inkâr edemeyeceğini vurguluyor. Ayrıca ruh ve beden arasındaki her şeyin ortak olduğunu ve hakikatin tespitinde kaçınılmaz sonun kabulünün en iyi araç olduğunu kabul ediyor.

Bitirirken, David Hume’un öncüsü olduğu ve benimsediği akımlar etkisinde kaleme almış olduğu bu denemelerdeki açıklamaları ve beyanları; bahsi geçen konular, kavramlar ve sorulara -bana kalırsa- cesur birer yanıt ve açıklama niteliğinde olmakla birlikte okurken bizleri farklı açılardan düşünmeye sevk ediyor. Denemeler, türünde okumaya oldukça değer bir eser.


Sayfayı Paylaş :