HESABIM
GİRİŞ YAP

Hoşgeldiniz! Hesabınıza buradan giriş yapabilirsiniz.



Yardım
ya da
YENİ HESAP OLUŞTUR

Bilgilerinizi girerek yeni bir hesap edinebilirsiniz.



Şeyma Erdevir

Bu haftaki kitap değerlendirme yazımız sevgili arkadaşımız Şeyma Erdevir'in kaleminden.Kendisine teşekkür ediyor keyifli okumalar diliyoruz.

İnsan yaşamının en büyük sorununun bizzat ‘insan’ olduğu görüşü üzerine yazılmış bir kitap okuyoruz. Üstelik tarih ve insanlık ilerledikçe daha da karmaşıklaşan, belirsizleşen ve gittikçe trajik boyutlara ulaşan bir sorundur bu. İnsan nedir sorusu gitgide sorunsal hale gelmekte, daha önce verilmiş cevaplar geçerliliğini kaybetmektedir. İnsanın kim olduğunu bilememesi hayli trajik bir durumdur haliyle. İnsanın belki de en çok tanışık olması gereken kendine ve kendi cinsine böylesine uzak düşmesi. İnsan nedir bir çağdaş insan sorunsalıdır. Çeşitli felsefi denemeler ve tüm dünya öğretim sistemleri bu sorunu çözmede başarılı olamamıştır. Yaşanılan bu tıkanıklık daha insanın ne olduğu sorunsalını çözmeden kültür, eğitim, ahlak ve toplumsal konularda ilerici bir ilke benimsenmiş olmasıdır belki de. Bu ise, şüphesiz ki boşuna bir çabadır Ali Şeriati’ye göre…

Bugün insan her zamankinden daha bilinmez bir varlıktır. İnsan da her zamankinden daha çok güvensizlik ve karanlık içindedir. Modern insan dört zindanın tutsağıdır. İnsan dış dünyasına öylesine geliştirmiş ve dünyaya ileri düzeyde egemen olmuştur ki şimdiye kadar hiçbir canlı bu çılgınlığa tutulmamıştır. Yeryüzünde insanın yiyeceği değişmiş, silahları değişmiş, barınakları değişmiş, ancak türü ve özellikleri aynı kalmıştır. İnsan ne kadar var olacaksa, o kadar süre boyunca da bu kendini geliştirme ve gerçekleştirme süreci devam edecektir diyebiliriz. Birçok felsefenin temelini de bu inanç oluşturmamış mıdır zaten? ‘’İnna lillahi ve innaileyhi raciun’’ ayetinde bu insanlık felsefesinin özü yatar. ‘’Düşünüyorum öyleyse varım’’ der Descartes. ‘’Duyumsuyorum demek ki varım’’ diye bu düşünce kervanına katılır Gide. ‘’Başkaldırıyorum öyleyse varım’’ diyen Camus de bu yolun yolcusudur üstelik. İnsan üç özelliğiyle diğer canlılardan ayırır kendini: bilinçli bir varlıktır, seçme yeteneği vardır ve yaratıcı bir yetisi ile öne çıkar.

İlk insan olan Âdem başkaldırmayıp cennette kaldığı sürece melek olarak kalacaktır. Diğer türlü ise yeryüzüne gelip çaba, savaş ve keşmekeş içinde geçen bir hayatı görev olarak üstlenecektir. Kendine terkedilen ilk varlık olmayı seçmiştir Adem: insan olmayı. Tabiatta kendi  yaşamının sorumluluğunu üstlenen ilk insan olmayı. Özünün bilincine varan ve Cennet’e kafa tutan ilk insandır. Aynı insan ibadet ve itaati seçerek yeniden başkaldırdığı ilahi iradeye çevirebilir kendini. Din felsefesinde insanın kurtuluşudur bu.

Bilinçsiz bir kul olarak ibadet edenin yanında başkaldırma bilincine eriştikten sonra yine kendi iradesiyle itaat eden insanın ibadeti, insanın kendi bilincinde olduğunun bariz bir göstergesi olur böylelikle. Bu yolla insan evrenle kendi arasındaki bağın ne olduğunu idrak edecek kabiliyetini de geliştirmiş olacak aynı zamanda. Kendi özyapısını çözümlerken evrenin de özyapısını çözen bağlama adımını atmış olacak. İnsan yukarıda da belirttiğimiz üç temele ne denli dayanırsa o denli kendi bilincinde olacaktır en nihayetinde.

İşte bu insan dört büyük zindana hapsolmuştur. Dört büyük çıkmaza girmiş fakat yalnızca bir tanesiyle baş edecek çözümü bulamamıştır. Bugüne kadarki düşünce sistemleri bir yere kadar insana bilinç ve uyanıklık sağlayabilmiş, toplumsal olarak gelişme gösteren beşer, kendi özüne yaklaşma bakımından sınıfta kalmıştır her seferinde. İnsanın kendisini hatırlatması için ortaya çıkmış olan ideolojiler öyle bir çıkmaza giriyor ki bir noktada, insanı kendi özüne yaklaşmadan tekrar uzaklaştırıyor. Nasıl mı? Ya insanı madde ve doğa içinde kısıtlayıp onu damarlarında dolaşan bir sıvı yoluyla açıklamaya çalışıyorlar, ya tarihin akışında müdahale edecek kadar bile güçsüz varlıklar olarak öne sürüyor ya da insanı yaşadığı toplum tarafından oluşturulan ve akabinde yine bu toplum tarafından yolu çizilen bir varlık olarak ele alıyorlar. İnsan ne tek başına bu yaklaşımlardır ne de bunların toplamının bir sonucu. Neyse ki insan oluşum ve gelişim sürecinde bu üç zorlayıcı ve baskıcı güçten zincirlerini koparıp kurtulabiliyor. Dördüncü zindandan kurtulmak ise o kadar kolay değildir. ‘’Kendilik’’ zindanından… üstelik insan bu dördüncü zindan karşısında her zamankinden daha çok aciz ve çaresiz durumdadır. Geriye dönüp bakıldığında, bu zindandaki esaret önceki kurtuluşları da anlamsız ve geçersiz kılacaktır. Üstelik bu dördüncü zindanın duvarları insanın çevresini de kuşatmayacak, çünkü bizzat iç dünyasından başlayıp onu hapsedecektir zamanla. Bu zindanda insan kendisiyle, yalnızca kendi varlığıyla baş başa kalacaktır. Zindanla tutsak birleşecektir. Yol ile yolcu… Önceki zindanların aksine burada bilim de insanın kurtarıcısı olmayacak. İşin en trajik yanı da şudur ki insan tutsak olduğu bu zindanın bir parçası haline gelecektir. Peki nasıl kurtulabilir insan bu dördüncü zindandan? Aşk ile diyor Şeriati… İnsanın içinden kendine başkaldırması ile. İnsanın kendi yaşamı üzerine kurulmuş bütün yararları ve çıkarları feda etmesiyle… Âşık olunan ülkü uğruna sahip olduğun bütün varlığı feda etme gücü ile… her şeyi bu ülkü uğruna vermek ve karşılığında hiçbir şey beklemeyerek bu zindanın kapılarını güneşe aralar insan. İnsanı insan yapan bilincini, seçme yeteneğini ve yaratıcılığını da kullanarak kendini özgür kılıyor aşk yoluyla.

Biz insanlar, insan olma görev ve sorumluluğuyla ilk insandan bu yana bir iş birliğine dayalı yaşayış sürdürüyoruz. Dördüncü zindandan aşk ve vefa ile kurtulur insan en nihayetinde. Kendini başka bir aşka adayarak ve ona vefa duyarak gerçekleştirir. İlk insandan bu yana cenneti kaybetme pahasına yüklendiği sorumluluk budur işte: aşk ve vefa.

 

Sayfayı Paylaş :