HESABIM
GİRİŞ YAP

Hoşgeldiniz! Hesabınıza buradan giriş yapabilirsiniz.



Yardım
ya da
YENİ HESAP OLUŞTUR

Bilgilerinizi girerek yeni bir hesap edinebilirsiniz.



Yazan: Gülsüm Öztürk | İstanbul Medeniyet Üniversitesi - Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi, 2. Sınıf

ÇALINAN DİKKAT 

"Çalınan Dikkat" adlı eser, yazar Johann Hari tarafından kaleme alınmış ve modern toplumda dikkat dağınıklığının kökenlerini derinlemesine araştıran önemli bir çalışma olarak öne çıkmaktadır. Yazar, dikkat dağınıklığının sadece teknoloji ve sosyal medya gibi dışsal faktörlerle beraber yaşam tarzı, beslenme alışkanlıkları ve toplumsal baskılarla da yakından ilişkili olduğunu vurgulamaktadır. Kitap, dikkat eksikliği yaşayan bireylerin deneyimlerine ve modern dünyanın hızlı temposunun bu durumu nasıl tetiklediğine dair önemli bulgular sunmaktadır. Ek olarak, yazar, dikkat dağınıklığının çözümü için yalnızca bireysel önlemler almanın yeterli olmayacağını, toplumsal bir dönüşümün de gerektiğini savunmaktadır. Bu makale, Johann Hari'nin " Çalınan Dikkat " kitabının temel argümanlarını inceleyerek, dikkat dağınıklığının yalnızca kişisel bir sorun olmadığını, küresel ölçekte bir toplumsal soruna dönüştüğünü ortaya koymaktadır.

Giriş bölümü; yazarın, çevresindeki insanların ve kendisinin de odaklarını toplayamadığını fark etmesiyle başlıyor. Yazar, bu durumu çözmek için birçok bilim insanıyla görüşüyor ve dikkat dağınıklığının yalnızca telefon veya internet gibi etkenlerden değil, yediğimiz besinlerle bile bağlantılı olduğunu anlıyor. Kitabı etkileyici kılan ifadelerden biri ise şu: “Uzun vadeli başka bir hedefe ulaşmaya çalışmadan önce dikkat sorunlarımızla ilgilenmemiz şart.” (Syf 21). Bu basit cümle, uzun vadeli hedefler peşinde kendimizi yıpratmak yerine dikkat sorunlarımızı çözerek daha az çabayla daha verimli sonuçlar alabileceğimizi anlatıyor. Yazar, bu farkındalıkla izole bir yaşam kararı alıyor ve üç aylık süreyle internetten yani ona sinyal akışı sağlayabilecek etmenlerden uzak bir eve taşınıyor. Kitabın akışını da bu süreç boyunca yaşadıklarını anlatarak şekillendiriyor. Bu deneye başlamasının sebebini anlatırken, modern yaşamın sürekli bilgi akışına direnmenin zor olduğunu bunun yerine direkt olarak çevresel faktörleri değiştirmenin daha etkili bir çözüm sunduğunu ifade ediyor. Tıpkı sağlıksız yiyecekleri satın almayarak, sağlıklı beslenmenin kolaylaştırılması gibi.

Dikkat dağınıklığı üzerine yapılan bir araştırma, hızlı bir yaşam sürmenin bu sorunu nasıl artırdığını gösteriyor. Son iki yüzyılda bilgiye erişimin hızlanmasıyla dikkat dağınıklığı da artmış. Bunun nedeni, beynin kısa sürede çok fazla bilgiyle karşılaşıp hiçbirine tam anlamıyla kavrayamaması. Sadece bilgi akışının hızlanması değil, yaşamımızın her alanında hızlanmış bulunmaktayız. Buna karşılık yavaşlamanın odaklanmayı artırdığı kanıtlanmış. Yazar, “Yavaşlık dikkat becerisini besliyor, hız ise örseliyor” (Syf 43) diyerek bu bulguyu özetliyor. Ayrıca aynı anda birden fazla işle uğraşmanın odaklanmayı, yaratıcılığı ve performansı nasıl olumsuz etkilediğini tartışıyor. “Makine değiliz biz, makine mantığıyla yaşayamayız” sözü ise insan olmanın sınırlarını kabul ederek bu sınırlar doğrultusunda bir yaşam sürdürmenin önemini hatırlatıyor. Kişisel olarak da bu söz kendi yaşamımın gerçekliğini yüzüme çarpmış oldu.

Yazar, sonraki bölümde üçüncü haftada yaşadığı içsel çatışmayı ele alıyor. Başlangıçta telefon ve internete olan yoğun isteğiyle mücadele eden yazar, zamanla bu durumun sebebini anlamaya çalışırken bir araştırmacının sözünü hatırlar: “Etrafta bakıp gördüklerimi Twitter’da nasıl ifade edeceğimi; sonrasında insanların yanıtlarını hayal edip duruyordum” (syf 55). Bu bağlamda, yazar sosyal medya bağımlılığının yalnızca teknolojinin etkisiyle değil, aynı zamanda insanların kendilerini önemli hissetme ihtiyacından kaynaklandığını öne sürüyor. Bu durumu kanıtlayan nitelikte izole yaşamanın üçüncü haftasında, dikkatini çekici sinyallerin kaybolması, yazarın önemsizlik hissine kapılmasına neden oluyor.

Yazar bu içsel çatışmasından kurtulma yollarını ararken, bir diğer araştırmacı olan Mihaly’nin hayat hikayesini hatırlıyor. Mihaly, sanatçılar üzerinde yaptığı uzun süreli araştırmalar sonucunda akış teorisini geliştirmiştir. Akış, insanın kendini tamamen bir hedefe odaklaması ve bu hedefin anlamlı olduğuna inanmasıyla başlar. Bu süreç, kişinin potansiyelini tam anlamıyla kullanma şansı verir ve zihnini boşaltarak odaklanmasını sağlar. Yazar, bu durumun insanı mutlu ve verimli hissettirdiğini, tersi olarak da dikkat dağınıklığı yaşandığında sinirli ve gergin olunduğunu belirtiyor. Dikkat dağınıklığının, insanların sahip olduğu potansiyeli kullanamamalarına ve kendilerini yarım hissetmelerine yol açtığını ifade ediyor. 

Bununla birlikte, Mihaly’nin teorisini destekleyen önemli bir düşünce daha var. Mihaly, “İyi bir hayat için yanlış olan şeyleri hayatımızdan çıkarmak yeterli değil; olumlu bir hedef de gerekiyor, yoksa devam etmenin bir anlamı kalır mı?” diyor. Bu görüş, benim yaşamımdaki örneklerle de doğrulanıyor. Sabahları erken kalkmayı hedeflediğimde, hedeflerimi başaramadığım günlerde motivasyonum düşüyor ve yataktan kalkmak zorlaşıyor. Ancak, erken kalkıp yapılacaklar listesini tamamladığımda ertesi gün alarm çaldığında kolayca uyanabildiğimi gözlemleyebiliyorum. Bu durum, Mihaly’nin tezini destekliyor; yani dikkat dağınıklığından kurtulmak için önce boşluğu doldurmak gerekiyor. Olumlu bir hedef belirlemek, boşaltılan alanın yerini alarak sağlanan çabanın boşa gitmemesini sağlıyor.

Yazar, sonraki bölüme kendisinde hissettiği bir garipliği anlatarak başlıyor. Kısa süreli izole bir yaşam sürmeden önce uyumak ve uyanmak büyük bir sorun teşkil ederken, Provicetown’da alarm ya da dış uyarıcılardan uzak bir ortamda doğal bir uyku döngüsü yaşamayı başarır. Bu süreç, "makine döngüsü"nden kurtulup zihninin tazelendiğini hissetmesine yol açar. Bölümün ana teması, uyku ve odaklanma arasındaki ilişkiyi ele alıyor. Bir araştırmacıya göre, uykusuz kalan denekler odaklanma ve görevleri yerine getirme becerilerini kaybeder. 19 saat uyanık kalındığında bilişsel yetilerimiz, sarhoş bir insanınkine benzer şekilde azalır. Toplum olarak uykuya yanlış bir perspektifle yaklaşmamız, odaklanma yeteneğimizi olumsuz etkilemekte. Uzun süre uyanık kalındığında "beyin kırpışması" denen bir durum ortaya çıkar ve gözlerimiz açık olsa bile beynimiz uyur ve gözümüzün önündeki şeylere odaklanıp fark edemeyecek hale geliriz.

Uykusuzluk, odaklanma ve öğrenme başarısını düşürür. Uykusuzluğun üstünü örtmek için kullanılan kafein ise enerji sağladığı düşüncesiyle tüketilse de aslında beynimize gönderilen yorgunluk sinyallerini gizler. Mevcut uyku düzenimiz, odaklanma krizine yol açmaktadır, ancak uyku düzenini iyileştirmek birçok sorunu hafifletir. Uyku, sadece odaklanma değil, sağlıklı bir vücut için de temel bir gerekliliktir. Uyku sırasında beynimiz bir temizlik sürecinden geçer, ancak uykusuzluk bu süreci engeller. Modern dönemde uyku, genellikle boş vakit gibi gösterilmekte; çünkü kapitalist düzen uykuya, üretim ve tüketimin önünde bir engel olarak bakmakta. Bölümün sonunda yazar, odaklanmayı geliştirmek için yavaşlama, tek bir işe odaklanma ve daha fazla uyuma gibi üç temel etmeni vurgular. Bu üç madde, kitabın ilk üç bölümünün özeti gibidir.

Sonrasında kâğıt üzerinden okuma yapmanın odaklanma süremizle olan ilişkisini açıklayan bölüme geçiş yapmakta. Yazar izole olarak geçirdiği ve odaklanmasının arttığını düşündüğü bu süre içerisinde okuduğu kitaplara daha fazla odaklanabildiğini fark ediyor. Bu konu ile ilgili araştırma yapan bilim insanlarıyla görüşüp elinde şu bilgi havuzunu topluyor. Okuma yapmak odaklanma süresini artırır; ek olarak ekrandan yapılan okuma ve kâğıt üzerine yapılan okumanın etkileri oldukça değişkenlik gösterir. Kâğıt üzerine okuma odaklanmayı kolaylaştırır ve okuduğunu anlama becerisini arttırır. Öte yandan kurmaca okumalar yapmak da ek olarak empati yeteneğimizi güçlendirir. Sosyal medyada yapılan sürekli bilgi akışı okumalarının -arkadaşlarının neler yaptığını takip etme, post atma, tweet atma- getirdiği karışık empati duygusu yerine gerçek empati yeteneğini kazandırır, okumalar. Bu da odaklanma yeteneğimizi pozitif etkileyen durumlardan birisidir. 

Metinde odaklanma, bir spot ışığının belirli bir noktaya yönelmesiyle simgelenir. Ancak zihnin sağlıklı bir şekilde işleyebilmesi için yalnızca bu odaklanma hali yeterli değildir. Zaman zaman bu "ışığı" kapatarak, zihni serbest bırakmak ve sinyal vericilerden uzaklaşmak da gereklidir. Yazar, izole bir yaşam tarzını deneyimledikten sonra dikkat dağınıklığının tekrar eski haline döndüğünü gözlemler. Bu durumun nedenlerini anlamak için yeni bir araştırmaya başlar.

Yazar, sonraki bölümde odağımızın üzerindeki kontrolümüzü nasıl kaybettiğimizi ele almakta ve bu konuda özellikle Silikon Vadisi'nde çalışmış insanlarla yaptığı görüşmelere yer vermektedir. Sonsuz kaydırmayı geliştiren kişiden, arama motorunu icat edenlere kadar birçok kişi, yarattıkları teknolojilerden pişmanlık duymakta. Kullandığımız sosyal medya platformlarının temel amacı, "dikkatimizi çekmek" ve bizi olabildiğince meşgul etmektir. Bu durumu sihirbazlığa benzetebiliriz. Bazı çalışanlar, şirket içinde bu uygulamalara, insanların sürekli olarak dikkatini bölen uygulamalara, karşı çıkmış olsa da, şirket misyonuna ters düştükleri için sözleri dikkate alınmamış; hatta çok ses çıkaranlar "etik" pozisyonlarına atanıp önerileri görmezden gelinmiştir. Bu şirketlerin amacı, mümkün olduğunca dikkat çekmek ve bu dikkat üzerinden reklam gösterimleriyle para kazanmaktır.

Bu konunun devamı olan diğer bölüm beni şimdiye kadar en çok etkileyen bölüm oldu. Etkilemek değil de dehşete düşmek daha doğru bir tabir olabilir aslında. Bu bölümü okurken düşündüm ki: “Bu kitabı herkes okumalı, bunları öğrenmeli ki nasıl bir kukla olduğumuzu anlasınlar.” Ama sonra düşündüm: “E ben okudum, nasıl bir kukla gibi kontrol edildiğimizi öğrendim. Peki ne yapıyorum ki…” Eh, farkında olmak bu kıskaçtan kurtulmak için yeterli değil ancak bu kıskaçtan kurtulmak için farkında olmak zorunlu. Yazar bu bölümde, sosyal medya şirketlerinin bilgi akışını kullanarak insanları nasıl manipüle ettiklerini anlatıyor. Oldukça can alıcı bir şekilde insanların ekran süresini artıracak şekilde. Kullanılan algoritma bunu yaparken özellikle negatif söylemi yayacak nitelikte bilgileri artırarak bunu yapmakta. Bu kulağa oldukça mantıklı geliyor çünkü bu durum 21. yüzyılda aşırı sağcı partilerin yükselişe geçmesini açıklar nitelikte. Ülkemizdeki aşırı sağ görüşünde olan x partisi de nefret söylemi yaymaktan çekinmiyor ve bu partinin takipçileri genellikle internet kullanıcısı olan genç kesimden oluşuyor. Ayrıca bu durumu şahsi olarak da yaşadığımı hissettiğim zamanlar oluyor. Normalde nefret duymadığım şeylere sosyal medyada sürekli görmemden kaynaklı olarak nefret duymaya başladığımı hissediyorum. Bu durumda küresel problemlerimize odaklanamamamız oldukça normal. Biz, bize kalmıyoruz çünkü. 

İlerleyen bölümde ise bu düzenin kurulmasına yardım eden başlıca kişilerden birinin bu düzenden muzdarip olduğunu ve bu dikkat dağıtıcı sinyallerin de bir tıkla yani bildirimleri kapatarak çözülmesini bir çözüm olarak sunmasını ele alıyor. Yazar bu bakış açısına fazla katılmamakla beraber etkileri olduğunu kabul ediyor. Bu konuda ben de yazara katılıyorum. Evet bildirimleri kapatırsak bildirimlerle dağılan dikkatimizi bir süreliğine tutabiliriz. Ancak bu kişinin kendisinin tasarladığı insanları delirterek kendisine bağladığı bu sistem yalnızca bildirimlerle çalışmıyor. Yazarın daha önce izole yaşarken hissettiği yoksunluk hissinin bildirimlerle alakası yoktu ancak yine de bu krizi yaşadı ve “delirmiş” gibi bir telefon ihtiyacı duydu. Yani işin özü sadece bildirimleri kapatmak veya hesabı silmek değil çünkü çürüme dışarıdan değil içeriden geliyor. İçeriden yavaşça çürüdüğümüzü hissediyorum. Bireysel olarak değil, toplumsal olarak bunu yaşıyoruz. Tamam biz bildirimlerimizi sessize aldık, hesaplarımızı sildik fakat bunları arkadaşlarımız yapacak mı? Ailemizdeki insanlar yapacak mı? Son olarak da var olan düzene karşı çıkmadan önlerine bıraktığımız bu dünyada yaşamaya mahkûm olan çocuklarımız yapacak mı? Bireysel olarak çürümemizi durdursak bile sevdiklerimizin veyahut dünyanın geri kalanının çürümeye devam ettiği bu dünyada yaşayarak ne kadar mutlu olabiliriz?

Bahsedilen durumu çözmek için önerilen çözümlerden birisi de devlet müdahalesi. Bu öneriye karşı çıkanlar da oldukça yüksek sayıda ve gerekçeleri de: “Ya düşündüğünüz kadar abartılması gereken bir durum değilse? Devlet müdahalesi serbest piyasa metaforuna aykırıdır.” gibi söylemler içeriyor. Ancak bu durum ya yanılıyorsak gibi sorular sorup vazgeçilecek kadar basit değil. Çünkü yanılıyor olsak bile elimize bizim kârımıza olan şeyler geçecek. Örneğin Facebook para vererek kullanılmaya başlandığında, Silikon Vadisi çalışanları reklam verenlerin yerine kullanıcıların (Çünkü artık kullanıcılar müşteri) yararına teknolojiler düzenlemeye başlayacak. Yazarın bölümde bahsettiği birçok öneriye katılmakla beraber devlet satın almasının yani kamu malı haline getirilmesinin iki yönden imkânsız olduğunu düşünüyorum. Öncelikle bahsettiğimiz şirketler değeri hafife alınacak gibi değil. Bazılarının parasal değeri bir ülkenin toplam mal varlığından daha fazla durumda. Bu tarz şirketlerin devlet tarafından satın alınmasının en azından kolay olduğunu düşünmüyorum. Diğer yandan devlet tarafından satın alındıklarını düşünürsek, satın alan devletin bu kullanıcı bilgilerini kendi çıkarları için kullanmayacağını nasıl bilebiliriz? Örneğin ABD’nin Facebook’u satın alması durumunda, Rusya’daki Facebook kullanıcılarını takip etmeyeceğini nasıl bilebiliriz? Pek tabi bunu ben düşünüyorsam diğer devletler de düşünebilir ve direkt bu sosyal medya platformlarını kendi ülkelerinde yasaklayabilirler. Benzer olarak şu anda Çin birçok sosyal medya platformunu kendisi milli olarak üretmiş durunda. Bildiğim kadarıyla da ülke sınırları içerisinde Facebook, Twitter, Instagram, YouTube gibi platformlar yasak ve bu yasağın sebebini de ulusal güvenlik olarak gösteriyorlar. 

Sonuç olarak, dikkat dağınıklığı sorunu düşündüğümüz kadar, daha doğrusu düşünmemiz istenildiği kadar ufak değil. Ek olarak, dikkat dağınıklığına sebep olan etmenler de sandığımız kadar basit değil. Kitabı okurken ilk olarak düşündüğüm şeyler bunlardı. Odaklanma probleminin birçok nedeni olduğu gibi: bu nedenlerin bazıları da bizim boyumuzu aşmakta. Ancak bu durumun birkaç temel çözümü var. En önemlisi farkındalık. Farkında olduğumuz takdirde, bir şeyleri değiştirebilme potansiyelimiz de var demektir. Farkındalıktan sonra da birlik olmak gelir. Toplum olarak birlik olursak, bu sorunun çözümü yönünde atılması gereken en önemli adımlardan birini atmışız demektir. Toplum olarak birlik olmak için de toplumu bu konuda bilinçlendirmek gerekir. Örneğin, bu kitabı çevremizdeki insanlara önererek ya da bu konuda farkındalık yaratacak etkinlikler düzenleyerek daha geniş bir kitleye ulaşabiliriz. Aslında bir grup öğrenci olarak ortak bir şekilde bu kitabı seçmemiz bile bizim bu konuda bir farkındalığa sahip olduğumuzu gösterir. Bu seçim, bireysel farkındalığımızı kazanarak bunu toplumsal bir harekete dönüştürme potansiyelimizin başlangıcı olabilir. Dikkat dağınıklığının bireysel düzeyde çözülebilmesi yeterli değildir, toplumsal bilinçlenme ve dayanışmaya ulaşarak daha geniş çaplı etkiler oluşturulmalıdır. 

 


Sayfayı Paylaş :