HESABIM
GİRİŞ YAP

Hoşgeldiniz! Hesabınıza buradan giriş yapabilirsiniz.



Yardım
ya da
YENİ HESAP OLUŞTUR

Bilgilerinizi girerek yeni bir hesap edinebilirsiniz.



Beyza Nur Demircan

VASAT BİR KARAKTERİN OLAĞANÜSTÜ PORTRESİ

Okuduğumuz kitap Marie Antoinette’in hikâyesi. Bir insan elbette ki birçok sıfatla betimlenebilir. Hele tarih sahnesinde rol oynamış birisiyse… Sevenleri kadar sevmeyenleri, destekçileri kadar karşıtları olabilir. Bu durumun varlığı bu tarz isimlerin kim olduğu sorusuna verilebilecek cevapları çeşitlendirmektedir. Bir kahraman mı? Bir cani mi? İyi mi yoksa kötü mü? Onu övgülerle mi anacağız yoksa yerin dibine mi sokacağız? Tüm bu sorulara verilebilecek cevap çeşitliliği oldukça fazladır ve bahsi geçen kişiye potansiyelinden fazla anlam yüklememize sebep olabilir. Bu noktada Zweig, Marie Antoinnette için “vasat bir karakter” diyerek bu karmaşayı dindiriyor. Doğru ya da yanlışın ötesinde, salt insan hikâyesi okuyoruz. Bir hikâyenin iyisini ve kötüsünü belirleme, taraf tutmak zorunda olma gerekliliğinden uzaklaşıyor ve hikâyeyi daha gerçekçi bir zemin üzerine oturtuyoruz. İyiliğin de kötülüğün de insan doğasına özgü olduğunu bir karakterin portresi üzerinden hatırlıyoruz. En nihayetinde hepimiz belli bir hayatın içine doğuyor ve bu hayatın sınırlarını belirli bir yere kadar değiştirebiliyoruz. Marie Antoinette de bunu yaptı. Belirli bir hayatın içine doğdu ve hayat önüne ne çıkardıysa pek de sorgulamadan yaşadı. Onun hikâyesini böyle bir perspektiften okumak ve devrimin ateşinin içerisinde savruluşunu görmek insana dair çok fazla şey anlatıyor fakat devrim için kraliçe öylesine bir figür değildi. Aslen ne olduğundan bağımsız, en nihayetinde benliğinden büyük bir öfkeyi üzerinde toplamıştı. Bir kurban olmasa da bir masum olduğu da söylenemezdi. Tıpkı kitapta da denildiği gibi “Şiddetin kurbanından duyduğu korku kurbanın şiddetten duyduğundan büyük olur.”

Kraliçenin henüz bir çocuk olarak geldiği saraydaki konumunu, işlevini -daha doğru bir ifadeyle işlevsizliğini- yazarın betimlemeleri vasıtasıyla anlamak devrime giden yolun nasıl inşa edildiği konusunda bir fikir oluşturabilmemizi sağlıyor. Şüphesiz ki en alakasız görülebilecek, doğrudan kral ve kraliçenin yatak hayatının işlendiği bölümlerde bile ülkenin başındaki bu figürlerin karakterlerini daha iyi anlıyoruz. Bu karakterlerin birbirine olan zıtlığı, olaylar karşısındaki kayıtsızlıkları, güçsüzlükleri, kişisel zevkleri ve dünyalarındaki gelişmeleri vaktiyle kavrayamamaları ilk önce devrim ateşinin fitilini ateşliyor. Çığ gibi büyüyen devrim karşısında tek aldıkları aksiyon kaçmak olan kral ve kraliçe bir düzenin yıkılışının enkazı altında ezilmeye en başından mahkumlar çünkü devrimciler koca bir öfke ateşi yakıyor. Devrim, o ateşe kendi evlatlarını atmaktan bile çekinmezken kral ve kraliçenin balolara, ava, süs ve debdebeye çevrilen yüzleri bu kaotik tabloya bakmaktan aciz. Bu durum da onları kendi sarsılmaz sandıkları gerçekliklerinden koparıp giyotine götüren ana sebep oluyor. Her ikisi de ne oldukça zeki ne kabiliyetli ne de cesur kişilikler olmadıklarından devrim karşısındaki cılız mevcudiyetlerinin son buluşu, eşitliğin bir sembolü haline geliyor. “Kral ve kraliçe ölsün, yaşasın cumhuriyet!” düşüncesi kitabın sonunda bize Kral 16. Louis’nin ve Marie Antoinette’in tarihin yönünü belirlemekten çok ancak tarih sahnesinde birer minik figüran olabileceklerini hatırlatıyor. Onları kişilikleri her ne kadar devrime zemin hazırlamış olsa da devrimin kaynağı bu kişilerin varlığına indirgenemez. Devrim çok daha kapsayıcıdır ve nedenselliğini Marie Antoinette’in süslü şapkaları ya da görkemli sarayından almaz. Olaylar kadar olguların önemini kavramak adına Marie Antoinette’in hikâyesini okumak oldukça yararlı. Onun doğuştan sahip olduğu soyluluk kimliğine ölürken dahi sahip çıkmaya çalışması -örneğin giyotine vakur bir biçimde yürümesi- ama aynı zamanda o belirli kimliğin ona yaşantısının oldukça ötesinde bir son hazırlaması kitapta gözler önüne seriliyor.

En nihayetinde Marie Antoinette tarih sahnesinde piyonların gerisinde, çok daha önemli bir mevkide duran ama özünde, piyonlardan pek de farklı bir işlev gösteremeyen bir karakterdi. Varlığı devrimi başlatmadığı gibi ölümü de devrimin kendine verdiği bir görevi yerine getirmesinden öte değildi. Marie Antoinette’in hikâyesi vasat bir karakterin portresiydi. Vasat bir karakterin olağanüstü bir süreçte çizilmiş portresi…

 
Dipnot: “Şiddetin kurbanından duyduğu korku kurbanın şiddetten duyduğundan büyük olur.” (Kapak Yazısı)


Sayfayı Paylaş :