

Ayşe Gül Seval | İstanbul Medeniyet Üniversitesi - Hukuk
DOSTOYEVSKİ’NİN KARA DELİĞİ: KARAMAZOV KARDEŞLER
Dostoyevsky’s Black Hole: The Brothers Karamazov
Öz: Sorgulatmalarıyla zamana ve mekâna meydan okuyan Karamazov Kardeşler, Dostoyevski’nin son ve en büyük romanıdır. Bu roman, akıp geçen bulutlar gibi yaşanan bir ömrün kelimelere dökülmüş halidir. Birçok karakter olsa da aslında hepsi Dostoyevski’dir. Hayatı boyunca birçok düşünce içinde bulunan yazar, bu düşüncelerini ustalıkla ete kemiğe büründürerek birbirinden farklı karakterler oluşturmuştur. Bu karakterlerin yaşadığı olaylar bakımından romanın en etkileyici kısmı kuşkusuz “İsyan” başlığı altında toplanmıştır. Romanda, 19. yüzyılın getirdiği hayatı, Tanrı’yı ve dini anlama arayışını tüm çıplaklığıyla bir tokat gibi yüzümüze vuruyor. Bu anlam arayışında İvan’ın sorularına karşılık Alyoşa’nın sessizliği ise okuyucuları düşündürmeye ve anlam arayışına sürüklüyor. Bu arayışlardan biri de şüphesiz iyilik-kötülük problemidir. Bu problem bir karadelik gibi yıllar geçtikçe büyüyerek devam ediyor. Bu karadelikte ya İvan olup kaybolacağız ya da Alyoşa olup sağ salim kurtulacağız.
Bu çalışma, en önemli tartışmalardan biri olan iyilik-kötülük problemine genel bir bakış ve giriş niteliğinde olup Karamazov Kardeşler karakterlerinin yaptığı sorgulamalar ile teodise incelenecektir.
Anahtar sözcükler: Alyoşa, İvan, Tanrı, Kötülük problemi, Teodise
Abscart: The Brothers Karamazov, which defies time and place with its interrogations, is Dostoyevsky's son and greatest novel. This novel is the verbal version of a life lived like passing clouds. Even though there are many characters, they are all actually Dostoyevsky. The author, who has been formed in many thoughts throughout his life, has created different characters by masterfully and thoroughly embodying this knowledge. The events experienced by these characters are gathered under the leadership of "Rebellion", which is the strongest part of the novel. In the novel, life lived in the 19th century, God and the search for religious meaning are slapped in the face with all their nakedness. In this search for meaning, Alyosha's silence in response to Ivan's questions drives the readers to think and search for meaning. One of these searches is undoubtedly the problem of good and evil. This problem continues to grow over the years like a black hole. In this black hole, we will either become Ivan and get lost, or we will become Alyosha and escape safely.
This study is a general overview and introduction to the problem of good-evil, one of the most important debates, and theodicy will be examined through the inquiries made by the characters of The Brothers Karamazov.
Keywords: Alyoşa, İvan, God, The Problem of Evil, Theodicy
1.GİRİŞ
Günümüzde de varlığını sürdüren kötülük problemi eski çağlara kadar dayanmaktadır. Bireyin yaşadığı dönem, özel hayatı, çevresi, ekonomik ve sosyal durumu; bu probleme pek çok farklı bakış açısı getirmiştir. Bu bakış açılarından biri de şüphesiz Dostoyevski’nindir. O, hayatı boyunca pek çok acı çekmiş, zorluklara göğüs germiştir. Sorgulamalarıyla isyanın eşiğine gelmiştir. Yazar romanlarında da pek çok defa değinir bu probleme ama hiçbir romanında Karamazov Kardeşler de olduğu gibi değinmez. Bu romanda, hayatı boyunca düşündüğü, cevap aradığı ama bulamadığı, kimi zaman delirecek raddeye geldiği sorgulamaları okuyucuya yaptırıyor.
Karamazov Kardeşler romanının en zeki, okumuş, bilgili karakteri: İvan Karamazov’dur. Romanın “İsyan” bölümünde düşüncelerini Alyoşa’ya açıklar. Biz de bu bölümü temel alarak İvan’ın yaptığı sorgulamalara değineceğiz. Kötülük problemi ve teodise üzerine filozofların nasıl yaklaştığını inceleyeceğiz. Bu çalışmamızda kötülük problemi ve teodise üzerine kısa bir bakış getirmeyi gaye edinmekteyiz.
1.Dostoyevski’nin Hayatı ve Roman Özeti
Fyodor Dostoyevski, 1821 yılında Moskova’da doğdu. Çocukluğunu hasta bir anne ve sarhoş bir baba arasında geçirdi. Küçük yaşta annesini kaybetti. Annesinin ölümünden sonra Sankt-Peterburg’daki Mühendis Okulu’na girdi. Babası sarhoş ve otoriter bir kişiliğe sahip olduğundan Dostoyevski içten içe babasının ölmesini istiyordu. Kısa süre sonra babasının öldüğünü öğrendi. Kuşkulu bir ölümdü; yanında çalıştırdığı köylülerden birinin öldürdüğü söylenir. Babasının ölümünü istemesi düşüncesi, babası ölünce yakasını hiç bırakmadı. Babası öldüğü için değil, bunu düşündüğü için bunalıma girdi. İlk sara nöbetine de bu suçluluk duygusunun neden olduğu söyleniyor. Çalkantılı bir çocukluktan sonra gençlik yılları da aynı şekilde geçti. Petraşevski’nin çevresinde toplanan genç suikastçılara katıldı. Onlarla tutuklandı ve ölüm cezasına çarptırıldı. Ölümü en derin duygularla hissedip benimsemişti. Ölüme giden o yolda son adımlarını atarken canı bağışlandı. O anı hiç unutmamış, eserlerinde de bunun etkisinde kalmıştır. Cezası hafifletilerek Sibirya’da dört yıl kürek cezasına çarptırıldı. Suç ve ceza kavramları ile en yoğun şekilde burada tanıştı. Kürek mahkûmu olduğu süre içinde, kolları damgalandı, kafası tıraş edildi ve taş kırdı. Sara nöbetleri yüzünden birçok kez hastaneye kaldırıldı. Burada geçirdiği yıllar, İncil'i ve mahkûmlardaki gönül zenginliğini keşfetmesine olanak sağladı. Aynı zamanda yoksul ve veremli genç dul Marya Dmitriyevna İsayeva’ya ile evlendi. Bu evlilikğin Dostoyevski Marya’ya acıdığı için yapıldığı söyleniyor. Bu yıllarda tanıştığı kişiler ve olaylar daha sonraki yıllarda yazacağı eserler için birer canlı örnek olmuştur. Sibirya dönüşü Ölü Bir Evden Hatıralar’ı yazarak zorluklarla geçen bu yılları anlatmıştır.
Zorluklar hiç peşini bırakmadı. Yaşadığı her dönemde bir sorunla karşılaştı. Bazıları kaderin ona yaşattıkları bazıları ise kendi tercihlerinin zorluklarıydı. Bu tercihlerden biri de kumara bulaşmasıydı. Kumardan o denli borçlanıyordu ki; alacakları tarafından sıkıştırılan yazar, daha tamamlanmadan yapıtlarını yayımcılara satıyordu. Daha hızlı çalışabilmek için sekreter olarak tuttuğu 20 yaşındaki Anna Grigoriyevna Snitkina ile ilk karısının ölümünden üç yıl sonra, 1867’de evlendi. Bu dönemde para peşinde koşuşturdu. Borç aldı, borç ödedi. En sonunda karısıyla dört yıllığına ülkesinden ayrılarak Avrupa’nın kumarhanelerini adım adım dolaştı. Bu evlilikten kızı, Sonya oldu. Ama sadece üç ay yaşadı. Bu ölüm Dostoyevski’yi deliliğin eşiğine kadar sürükledi. Yine o zaman bir arkadaşına yazdığı mektupta ‘’hayatında hiç bu kadar mutsuz olmamıştı’’m diyerek acısını anlatmaya çalışmış. Bu yaşadığı ilk kayıp olmamış. Daha sonraları üç yaşındaki oğlu Aleksey’i de kaybetmiş. Acıyı, bu dünyada cehennemi yaşayarak geçirmiş. Hayatında geçirdiği her gün bir taş olup ciğerine saplanmış. Onun acıklı hali, hiç karşılaşmadıkları Tolstoy için de bir vicdan muhasebesini doğurur. Tolstoy bunu “İtiraf” adlı eserinde kendisine şöyle fısıldar: “Eğer iyi ve vicdanlı bir insan olsaydın, açlık içinde kıvranan Dostoyevski’ye el uzatırdın. Bu aklına bile gelmedi. Sen nasıl iyi bir insan olabilirsin ki?’’[1]
Yaşamının son yıllarını tekrar Rusya’ya dönerek geçiren yazar burada da sıkıntılar çekmiş. Yaşadığı yüzyılın ve yaşamının çalkantılı olmasından ötürü çoğu fikir beyninde yer etmiş. Dostoyevski, 1856’da bir arkadaşına yazdığı mektupta, “Gençken insanın üzerine fikirler adeta yağıyor, ne var ki bunları hemen kapmak ve söze dökmek hata olur. İnsanın sentezi beklemesi, düşünmesi ve bir fikri meydana getiren her bir ayrıntının bir bütünü oluşturacağı günü beklemesi gerekir” der.[2] Yazar bu mektupta bahsettiği fikirleri, düşünceleri ve ulaşmak istediği hazzı son romanı Karamazov Kardeşler’i yazarak ulaşmıştır. Karamazov Kardeşler sadece bir roman değildir. Dostoyevski, yaşamında çarpıcı anlarını da başarıyla anlatmıştır. Hem yaşamının çarpıcı anlarını karakterlere bölmüş hem de bir ailede toplayarak bütün halinde anlatmıştır. Bu geniş çaplı roman baştan sona derin felsefi tartışmalara kapı aralıyor. Bu tartışmalarda soruları zekice sorup kenara çekiliyor. Cevapları okuyucunun merakına bırakıyor. Karamazov Kardeşler, Sigmund Freud’dan, Albert Einstein’a ve Papa Benedict XVI’a kadar farklı yelpazelerde birçok düşünürü etkilemiştir.
Karamazov Kardeşler, Fyodor Pavloviç’in üçü meşru, biri gayrimeşru olmak üzere dört oğlunun düşüncelerini ve hayatını anlatıyor. Baba, oğullarını yok saymış, eğitimlerini rastlantılara ve ellere bırakmıştır. En büyük oğul Dimitri uçarı genç bir subaydır, mirastan payını almak umuduyla sürekli yeni borçlara girer. Ancak babası onu oyalar ve mirastan geriye metelik bırakmaz. Dimitri aldatıldığını anlayınca öfkeden deliye döner, duruma açıklık getirmek üzere doğduğu kasabaya geri döner. Anlatıcı, romanda geçen felaketlere bu durumun yol açtığından bahseder. Diğer iki oğul, Karamazov’un ikinci evliliğinden dünyaya gelmişlerdir, anneleri ölünce onları da başkaları büyütür. Kendi halinde, düşünceli ve zeki bir genç olan İvan, liseye, sonra da üniversiteye devam eder. Babasından para istemeyecek kadar gururlu olduğu için, özel dersler verir, gazetelere makaleler yazar. Hiç beklenmedik bir anda günün birinde baba evine yerleşir. Kavgada babası ile ağabeyinin arasını bulacağından söz edilir. Üçüncü oğul Alyoşa, liseyi yarıda bırakmış, annesinin mezarını ziyaret etmek için geri dönmüştür. Kasabanın yakınlarındaki manastırda münzevi bir rahip olan Starez Sossima ile tanışmıştır, onun yanında manastır müridi olarak yaşamaktadır. Smerdyakov, Fyodor Pavloviç’in evlilik dışında gizlice ilişki yaşadığı bir köylü kızından doğan gayrimeşru oğludur. Evde uşak olarak çalışan Smerdyakov, sara hastasıdır ayrıca İvan’a hayranlık duymaktadır. Kardeşler, babalarının ahlaken yargılanmayı hak ettiği konusunda hemfikirdir. Bu karmaşık aile yapısı içerisinde İvan’ın sorgulamaları romana felsefi bir kapı aralar. İvan’nın düşüncelerinde yola çıkarak babasını öldüren Smerdyakov suçu Dimitri’ye atar. Girift bir hayatı bize anlatan bu roman, bizi birçok felsefi düşüncelere sürüklüyor.
2. Tanrı ve İyilik-Kötülük Problemi
2.1. İman ve İnkâr
Dostoyevski, eserlerinde sık sık “Tanrı’ya inanır mısın?” sorusunu sormuş ve bu sorunun devamı olarak “eğer Tanrı yoksa her şeyi yapmak mubahtır”[3] söylemi ile de ahlak sorununu ortaya çıkarmıştır. Sen Tanrı’ya inanır mısın? sorusu, bilgi ve varlık felsefesi açısından cevaplanması gereken bir sorudur. Bu soruya herhangi bir birey evet ya da hayır derse zorunlu olarak bazı sorumlulukları ve ahlaki ödevleri de yüklenmiş olmaktadır. Bu soruya net bir şekilde vardır ya da yoktur denilebilir. Bu olumlu, olumsuz cevaplar ardında bir yığın soruyu beraberinde getirir. Bu karmaşadan kurtulup agnostiklerin inandığı gibi varlığı ya da yokluğu bilinemez de diyebiliriz. Dostoyevski, bilinmezliğin getirdiği basitliktense karmaşayı tercih etmiştir. Yalnızca bir kesime hitap etmemiş. Çoğu inançlı insanın aklına gelen soruları sormuş.
Dostoyevski kendi düşüncelerini Rus toplumunda pek yaygın olmayan bir mistisizm olan ‘’Staretzlik’’ olarak adlandırdığı bir yaşam tarzıyla örneklendirir. Nedir bu Staretzlik? Starezt; ‘’ruhunuzu, iradenizi alıp kendi ruhuna, kendi iradesine bağlayan adamdır. Bir Staretzi seçmekle, iradenizi kullanmaktan vazgeçerek, onu tam bir teslimiyetle önderinize bırakmış oluyorsunuz. Kendilerini çileye, bu korkunç hayat okuluna girmeye gönüllü olarak mahkûm edenler ömür boyunca sürecek bir boyun eğiş ve her şeyi Tanrı’ya bırakışla benliklerini sindirerek tam bir ruh özgürlüğüne kavuşmak umudundadırlar’’ diyerek tanımlar. Bireylerin imanı şüphe ve kuşkunun olmadığı kocakarı imanı ya da kömürcünün imanı gibi olmalıdır.
Yazar, iman ve inanç konusundaki şüphelerini sorgulamış. Bir kadın tarafından Rahip Staretz Zosima’ya sormuş:
‘’Bazen, gözlerimi kapayıp, herkes inanıyor ama bu inanç nasıl doğdu, diye düşünüyorum. Bazıları, inancın güya korkunç birtakım doğa gösterilerinin verdiği ürküntüden doğduğunu, aslında inanacak bir şey olmadığını ileri sürüyor. Kendi kendime düşünüyorum: Ömrüm boyunca inanarak yaşadım, ya ölünce hiçbir şey bulamazsam; bir yazarın dediği gibi, ‘Sadece mezarımda dulavratotları biterse…’ Korkunç, değil mi? İnancımı nasıl yeniden kazanabilirim? Ben ancak çocukken hiçbir şey düşünmeden, körü körüne inanırdım. Şimdi nasıl, neyle bir kanıt bulabilirim? Ayaklarınıza kapanarak bunu yalvarmak için size geldim. Bu fırsatı kaçırırsam hayatımda bir daha kimse bana cevap veremez. Bir kanıt, inandırıcı bir kanıt arıyorum. Ne kadar mutsuz olduğumu anlatamam! Bakıyorum, kimsenin umurunda değil, hemen hemen kimsenin tasalandığı yok, yalnız ben dayanamıyorum. Büyük bir acı bu!’’[4]
Burada iman için kesin bir inanç arıyor. İmanın tam olabilmesi için kuşkunun hiç olmaması gerektiğini sorguluyor. Aslında bu soru, çoğumuzun sorguladığı sorulardan biridir. Basit bir soru olsa da cevabı yoktur. Çünkü inanç, inanmak istediğimiz kadardır. Bir olguya inanmak isteyen ona kanıt arar ve bir şekilde bulur. İnanmak istemeyen ise bilinmezliklerle çevirir. Rahip Staretz Zosima bu soruya şöyle cevap verir:
‘’Şüphesiz çok acı. Fakat kanıtlanması imkânsız; tecrübeyle aklınıza yatabilir.’’
Bu tecrübeden şöyle bahsediyor:
‘’ Yaralı bir sevgiyle… Yakınlarınızı hep artan bir çabayla sevmeyi deneyin. İçinizdeki sevgi çoğaldıkça Tanrının varlığını da ruhun ölmezliğine de aklınız yatmaya başlar.’’[5]
Tanrıya inanç-inançsızlık belli dönemlerde insanların içine düşen bir kuşku olur. Tanrı düşüncesi doğduğumuzdan beri var olan bir düşüncedir. Bu olması gereken tabii bir durum gibi bizlere tanıtılıyor. Tıpkı bir çocuğun anne ve babasının olması ne kadar doğal bir durum ise tanrı da öyledir. Bu düşünceye göre tanrı şüphesiz vardır. Ama tanrı beşerî bir oluşumsa ne olacak. Tıpkı insanların bir araya gelerek devleti oluşturması gibi. Doğduğumuzdan beri devlet var. Bun bir grup bilge insan, bir araya gelerek, toplumun refahı ve mutluluğu için oluşturdu. Belki de ‘’tanrı’’ kavramı; insanları, insanlardan korumak için ortaya atıldı. Tanrının başka bir boyutta kötü olanları cezalandıracağı düşüncesi ortaya atıldı. İnsanlar kötülük yapmaya devam edince devlet kuruldu. Tıpkı İvan’nın Alyoşa’ya dediği gibi; ‘’İnsan gerçekten Tanrıyı icat etti. İşin garip, şaşmaya değer yanı, Tanrının gerçekten var olması değil, böyle bir fikrin, Tanrıya ihtiyacıç fikrinin, insan gibi vahşi, zararlı yaratığın kafasında yer edebilmesi…’’[6]
Yazar roman boyunca yaptığı sorgulamaları; okumuş, ateist ve nihilist olan İvan çevresinde gerçekleştiriyor. Felsefi sorgulamalaraı hemen hemen her yerde karşımıza çıkıyor. Ama İvan’ın içinde bulunduğu felsefi tartışmalar, derin soluklu olup insanı bir uçuruma çıkarıyor. Bu sorgulamalar öylesine derin ki, uçurmadan atlayınca da bir karadelikte kayboluyoruz. Zeki olanlar bu karmaşadan kurtulup her şeyi birkaç olaya indirger. Ama bu da çıkışa götürmez. Sonunda bir solucan deliğinde sıkışıp kalır. İvan hiçbir zaman sonuca, net doğruya ulaşamaz. İvan’ın karşısında sorularına cevap vermeye çalışan Alyoşa ise düşüncelerinde nettir. Alyoşa kendi için doğruyu bulmuştur. Yazar birbirine zıt iki karakteri aynı anda ele alır. Bu aslında Dostoyevski’nin kendi düşünceleri ve sorgulamalarıdır. Zaman zaman beynin köşesinde bulunan sorgulamalar meydana çıkıyor ve ateistliğe yaklaşıyor. Her yaklaştığında da vicdan azabı çekiyor. Romanın sonunda İvan’a verdiği ceza, aslında kendisine verdiği cezadır. Bu cezalandırma ve vicdan azabı yerini kendini tanrının kollarına bırakan bir huzur oluyor.
Aslında yazar, dört kardeşin her birinde zaman zaman içinde bulunduğu düşünceleri ömürlerine yaymıştır. Her daim içinde var olan düşünceleri ise Alyoşa’ya, başkahramana, vermiştir. Diğer karakterlerden ise kendi intikamını almıştır. İvan akıl sağlığını kaybediyor. Smerdyakov intihar ediyor. Fyodor mahkûm oluyor. Sonunda sağlıklı kalan tek kişidir, Alyoşa.
2.2. İyilik-Kötülük Problemi
Karamazov Kardeşler’de iyilik-kötülük problemini ortaya atan isim İvan’dır. Düşüncelerini kimseyle paylaşmayan İvan, bir gün kardeşi Alyoşa’ya yakınır. Sitemi yaratıcıyadır. Beş yaşındaki kızcağızın çektiği acılara dayanamaz. Tam bu noktada iyilik-kötülük problemini aralar. İvan şöyle anlatıyor:
‘’O zavallı beş yaşındaki kıza aydın geçinen ana babası çeşitli eziyetler ederlerdi. Elle, sopayla döver, zaman zaman tekmeler, neden yaptıklarını iyice bilmeden çocuğun vücudunu çürük içinde bırakırlardı. Sonunda işkencenin en incesine vardılar: Haber vermediği için küçük kızlarını kışın en soğuk gecelerinde helaya kapatmaya başladılar. (Sanki. O yaşta, deliksiz uykuya dalmış bir çocuk aptesi geldiğini haber vermeyi bilebilirmiş gibi) Ceza olarak pisliğini yüzüne sürüyor, ağzına sokarak yemeye zorluyorlardı. Bunu yapan, kızın öz annesiydi! Düşün, başına geleni kavramayacak kadar küçük yaratık o murdar, karanlık, soğuk yerde, ufacık eliyle sızlayan göğsünü yumruklayarak gözyaşları döküyor,’Tanrıcığı’na onu koruması için yalvarıyordu. Bu saçmalığa akıl erdirilebiliyor musun sen dostum, kardeşim, dindar rahip adayı? Bu olmasa, insan iyilikle kötülüğü ayırt edemeyeceği için yaşayamazmış derler. Bu kadar pahalıya patlayan iyilikle kötülüğün canı cehenneme! Bir yavrunun ‘Tanrıcığı’na döktüğü gözyaşları dünyanın bütün bilgisine bedeldir. Büyüklerin acılarını hesaba katmıyorum; onlar elma yemiş, cehenneme kadar yolları var, fakat bunlar, bunlar!..’’ [7]
İvan, Alyoşa’yı etkilemek ve de derdini anlatabilmek için bir olay daha anlatır:
‘’Hem pek nüfuzlu hem de son derece zengin, toprak sahibi bir general…Yüzlerce av köpeği besliyordu. Onların bakımıyla görevli yüze yakın da üniformalı, atlı hizmetkarı vardı. Bir gün kölelerinden birinin oğlu, sekiz yaşında bir çocuk taş atarken generalin pek sevdiği av köpeğinin ayağına vuruyor. General, ’Benim sevgili köpeğim neden topallıyor?’ diye sorunca meseleyi anlatıyorlar. General, çocuğu baştan ayağı süzüyor. ‘Sen yaptın bunu ha? Alın şunu!’ diyor. Çocuğu anasının elinden alıp, gece hapsediyor. Ertesi sabah gün ağarırken general dört başı mamur ava çıkıyor; kendisi at üstünde, dalkavukları, köpekler, avcı başlarıyla öbür avcılar, hepsi atlı olarak generalin çevresindeler. Malikane halkına ibret olsun diye avluyu doldurmuş, suçlu çocuğun annesi en önde. Çocuğu hapisten çıkarıyorlar. Kasvetli, soğuk, sisli, av için bulunmaz bir hava. General çocuğun soyulmasını emrediyor, çırılçıplak ediyorlar. Çocuk titriyor, korkudan deliye dönüyor, gık edecek hali yok… General, ‘Kovalayın şunu!’ emrini verince, avcılar, ‘Koş, koş!’ diye bağırmaya başlıyor, çocuk koşuyor. General ‘Tut, tut!..’ diye haykırarak tazılarını sürü halinde çocuğun peşine saldırıyor. Anasının gözü önünde parçalatıyor yavrusunu.’’[8]
Kötülüğün tanrıda olmaması gereken bir özellik üzerine duran İvan’a göre, insanlar acı çekebilir yaptıkları günahlardan ötürü. Ya daha aklı iyi ve kötüyü ayırt edemeyen çocuklar neden acı çekiyor? Öyleyse tanrı iyi olduğu kadar kötü bir varlıktır. İvan, yatağını ıslattığı için anne ve babası tarafından dövülen, tuvalete hapsedilen beş yaşındaki çocuğun suçunu sorgularken içindeki yargıcı hisseder. Yine İvan, köpeğe taş attığı için av köpeklerinin önüne atılarak annesinin gözlerinin önünde parçalanan sekiz yaşındaki çocuğun günahını sorgular. Tanrı; masum, korumasız, iradesi tam oturmayan çocukların mı yanında? Yoksa acımasız, kötülükle dolu, gücü elinde bulunduranların mı yanında? Tanrı kimin yanında? İvan, bu soruları, rahip adayı Alyoşa’ya sorar. Alyoşa’dan mantıklı bir cevap bekleyen biz, okuyucular, sessizliğin karşısında kendimiz düşünmeye başlıyoruz.
Dostoyevski sadece edebi bir roman yazmamış. İnsan beyninin kemiren derin felsefi sorulara da cevap aramıştır. İvan’nın karşı çıktığı nokta, Epikür Paradoksundan başka bir şey değildir. Epikür Paradoksu, din felsefesinde kötülük problemi olarak karşımıza çıkıyor. Mutlak iyi olan tanrının kötülük ile nasıl bağdaştığını sorgular. Kötülük problemi, Antikçağ Yunan filozofu Thales'ten itibaren başta zıtların birliğini savunan ve 'iyi ile kötü birdir' diyen Herakleitos, Empedokles, Sofistler, Platon ve Aristoteles olmak üzere, Helenistik dönem düşünürlerinden Epikuros ve Epikurosçular, Stoalılarc ile Yeni Platoncu'lardan günümüze kadar gelmiş, hemen hemen her çağda hem filozofları hem de teologları oldukça uğraştırmış, felsefenin en eski ve en önemli problemidir.
Bu problemi ilk defa ortaya atan Epikür’dür. Bir ikilem içerisinde şöyle ele almış bu derin sorgulamayı:
"Tanrı, ya kötülükleri ortadan kaldırmak ister de kaldıramaz veya kaldırabilir, ama kaldırmak istemez; ya da ne kaldırmak ister ne de kaldırabilir yahut da hem kaldırmayı ister hem de kaldırabilir. Eğer ortadan kaldırmak istiyor da kaldıramıyorsa, O her şeye kadir değildir; ki bu durum Tanrı’nın karakteriyle uyuşmaz; eğer ortadan kaldırabiliyor, fakat kaldırmak istemiyorsa, O kötü niyetlidir; ki bu da aynı şekilde Tanrı ile uyuşmaz; eğer O ne ortadan kaldırmayı istiyor, ne de kaldırabiliyorsa, hem kötü niyetlidir hem de her şeye kadir değildir; bu durumda da Tanrı değildir; eğer hem ortadan kaldırmayı istiyor, hem de kaldırabiliyorsa – ki yalnızca bu Tanrı’ya uygundur–, o zaman kötülüklerin kaynağı nedir? Ya da o kötülükleri niçin ortadan kaldırmamaktadır?"
Bu problem, aynı sorgulamaları değişik versiyonlarda defalarca tekrarlamıştır. Tanrının varlığı kadar eski olan bu problemin sorusu hemen hemen her zaman aynıdır. Felsefe de mutlak bir doğru yoktur. Bu nedenle de verilen cevaplardan ziyade sorulan soru çok önemlidir. Bu problemin sorularını mantıklı bir gerekçeyle ele alan Epikür, problemin miladı olmaktadır. Bundan sonra problemin soruları ve cevapları büyüyerek varlığını devam ettirmektedir. Felsefe camiasında günümüzde dahi tartışılmakta ve net bir çözüm getirememektedir.
2.3. Teodise
Teodise, kötülük problemine karşı verilen cevaptır. Özellikle dinler buna cevap vermeye çalışmıştır. Çünkü onlar genellikle bir yaratıcıya ve yaratıcıdan gelen kötülüğe inanırlar. Bu kötülüğe mantıklı cevaplar aramışlardır. Tanrının kötülüğü yaratsa da kötü olmadığını savunmuşlardır. Teodise, bir anlamda tanrının avukatlığını yapmaktır. Elbette iyinin ve kötünün tek bir anlamı yoktur. İyi ve kötü görecelidir. Protagoras’ın dediği gibi, ‘’ İnsan her şeyin, var olan şeylerin var olduklarının ve var olmayan şeylerin var olmadıklarının ölçüsüdür.’’
Her kanı, belirli çağlarda onu ortaya koyan kişi için doğrudur. Bunun anlamı kötülüğün göreceleştirilmesi ve merkezinde insanın olmasıdır. Elbette kötülüğün tek bir tanımı yoktur. Ancak daha iyi anlayabilmemiz için felsefe tarihinde Leibniz tarafından üçe ayrılmıştır.
1.Fiziksel(doğal) kötülük: İnsan eylemlerinden bağımsız olarak meydana gelen; insanlara zarar veren virüsler, bakteriler, deprem, sel, yangın, kasırga, fırtına gibi kötülüklerdir.
2.Metafiziksel kötülük: Yaratıcının yaratıklarındaki asli kusurluluktur yani ilahi kaynaklı kötülüktür.
3.Ahlaki kötülük: Kişinin kasıtlı olarak yaptıkları ya da yapmadıkları sonucu meydana gelen olumsuz olaylardır. Günah işlemek bu kötülüğe girmektedir.
Leibniz, nihai anlamda gerek fiziksel kötülüğün gerek ahlaki kötülüğün nedeni olarak metafiziksel kötülüğü göstermektedir. Metafiziksel kötülük; ahlaki kötülüğü, fiziksel kötülüğü doğal olarak doğurur.
Leibniz, kötülük problemine çözüm önerisini ‘’mümkün dünyalar teorisi’’ adı verilen teori ile açıklar. Ona göre yaratılan bu dünya, yaratılabilecek ya da var olan en iyi mümkün dünyadır. Daha iyisinin olmasına imkân yoktur. Evren yaratılabilecek en iyi formdadır. Leibniz "mademki mümkün dünyaların en iyisinde bile kötülükler olacaktı, o hâlde Tanrı bu Dünya'yı niye yarattı" şeklindeki bir soruyu kendisine sorar ve varoluşun, var olmayıştan daha iyi olduğu cevabını verir. Leibniz'e göre Tanrı, bu Dünya'yı yaratmak zorunda değildi, ama eğer yaratmasaydı hiçbir şey var olmayacaktı. Yaratırken, bütün monadlar var olmak için yarışa girdikleri için en iyisini bulmak şeklinde bir ahlaki zorunluluk altındadır.
Leibniz’den önce gelen Gazali, Teodise hakkında benzer şeyler söylemektedir. O, kötülük probleminden şöyle bahseder:
‘’ Denirse ki bu dünya, yıldırımlar, depremler, tufanlar, yırtıcı hayvanlar, öfke ve şehvet gibi insana özgü birçok kötülük türleri ile doludur. Bütün bunlarda takdir edilmemiş kötülükler ise bu alemde O’nun gücü ve iradesi dışında bir şeyler oluyor. Şayet bu kötülükler takdir edilmemiş ise kendisi tamamen iyi olan ve kendisinden iyilikten başka hiçbir şey sadır olmayan Tanrı’dan bunlar nasıl meydana gelmiştir?’’[9]
Gazali, yukarıda felaket olarak bahsettiği birçok olayın için de birçok hayrı barındırdığı kanaatindedir. O bunu ateş örneğini benzetir. Ona göre ateşte muazzam bir denge vardır. Zira ateş yaratılmasaydı, evrenin düzeni bozulurdu ve onun bozulmasıyla kötülük büyürdü. Bu ateş bazen de masum insanlara zarar verebilir. Büyük yangınlar canlıları öldürebilir. Şu şekilde bahsetmiştir:
‘’ Ateş yaratılıp sebeplerin tümü bir araya geldiğinde, kaçınılmaz olarak fakirin elbisesini de yakar.’’[10]
Gazali’ ye göre, yine de bu kötü görünen durum insanlar için bir lütuf olabilir. Çünkü bu kötü durumları gören insanlar kendi durumlarını düşünecek ve onların Tanrı’ya olan şükran duygularını artıracaktır. Gazali bunu daha iyi anlatmak için, Hz. İsa ile cüzamlı arasında geçen şu diyaloğu örnek verir:
‘’ Hz. İsa, kör, cüzamlı ve iki tarafına felç inmiş bir adamın yanından geçti. Cüzamın etkisiyle vücudunun etleri dökülen adam ‘Yaratıklarından birçoğuna verdiği bu belalardan beni koruduğu için Allah’a hamdolsun’ der. Bunun üzerine İsa, ‘Senin başına gelmeyen musibet nedir?’ diye sorar. Adam: ’Ben Allah’ın benim kalbime yerleştirdiği marifet sayesinde, bu marifete sahip olmayana göre daha iyiyim’ diye cevap verir.’’ [11]
Gazali’nin bir diğer teodise sorunu ise bu dünyada insanların başına gelen musibetlerin ölümden sonra, ahirette, günahlarına kefaret olacağı şeklindedir. Başımıza gelen bazı felaketlerden acı duymamız kaçınılmazdır. Gazali böyle bir durumu parasız ameliyata benzetiyor. Dünyada çoğu musibet böyledir. Bir kısmı bu dünyada olgunlaşmamız içindir, diğer bir kısmının ise karşılığı ahirette fazlasıyla verilecektir.[12]
Bu durumda şu soru akıllara gelmektedir: Acı bizi olgunlaştırıyorsa, küçük yaşta acı ve ıstırap içinde büyümeden ölen çocukları nasıl olgunlaştırıyor? Diyelim ki çocuklar ölünce diğer dünyada sonsuza kadar cennet ile mükafatlandırılacak olsun. Bu durumda acı çekmesinin sebebi nedir? Zaten küçük yaşta öldüğünden iyi ve kötü kavramlarını kavramadığı için hiçbir mesuliyeti yok. Acı çekerek ölmesi ya da acı çekmeden ölmesi diğer dünyadaki konumunu, mükafatını değiştirmiyor. Diyelim ki çocuğun acı içinde ölmesi anne ve babası için bir imtihan konusu. O zaman çocuk başkalarının imtihanı için kurban mı gitti? Gazali bu durum için; çocuğun acı çekmesi, ölmesi hem ailesi hem de kendisi için bizim görmediğimiz nimetleri beraberinde getirir düşüncesindedir. Bize düşen başımıza gelen musibetler karşısında Allah’a karşı hüsnü zanda bulunmaktır. Allah’ın hikmeti geniştir. Biz, insanlar, isyan etmemeliyiz. Bu dünya başlı başına imtihan dünyasıdır. Başımıza gelen her şeyin Allah’tan geldiğine inanmalı ve tefekkür etmeliyiz. Gazali felsefesinin karşılığı kısaca şu ayettir:
‘’ İyi bilin ki, mallarınız ve evlatlarınız sizin için ancak birer imtihan sebebidir. Büyük mükâfatın ise yalnız Allah’ın yanında olduğunu unutmayın.’’ [13]
Kötülüğe, iyimser cevaplar veren filozofların karşısında Kant duruyor. Kant’a göre iki tür teodiseden söz edebiliriz: Doktrinal/kuramsal teodise ve otantik/hakiki teodise. Doktrinal ya da kuramsal teodise, başka kaynaklardan öğrenilen maksatların ışığında kanun koyucu tarafından kullanılan açıklamaları yorumlamaya çalışır. Söz gelişi Tanrı'nın bir eseri/işi olarak alem, Onun iradesinin maksatlarının ilahi bir açılımı olarak düşünülebilmektedir. Bu nedenle alem, kapalı bir kitaptır. Daima ahlaki olan Tanrı'nın nihai maksadı, tecrübenin nesnesi olan bir alemden okunmak istendiğinde, o daima kapalı bir kitaptır. Kant'a göre, bu çeşit felsefi yorumlar doktrinaldir/kuramsaldır ve bunlar geleneksel anlamdaki bir teodiseyi oluşturur ki bunlara doktrinal/kuramsal teodise denilmektedir.[14]
Otantik teodise ise, kanun koyucunun kendisi tarafından yapılmaktadır. Yani Kant'a göre, Tanrı, aklımız sayesinde, alemde ortaya koyduğu iradesinin yorumlayıcısı olmaktadır. Bu anlamda Kant, ilahi hikmete yöneltilen bütün suçlamaların reddine de teodise adının verilmesi gerektiğini belirtmektedir. Ancak Kant'a göre bu red, ilahi yüce yargıya, bütün tecrübelerden önce ahlaki ve hikmetli bir varlık olarak Tanrı kavramını zorunlu bir şekilde veren aklın yargısına dayanmak zorundadır. İşte Tanrı'nın söz konusu bu akıl sayesinde kendi iradesinin yorumlayıcısı olmasına da otantik teodise denilmektedir. Bu teodise örneğinin de Kant, eski kutsal kitapta alegorik olarak ifadesini bulan Eyüp kıssasında bulunduğunu belirtmektedir. [15]
Kant, burada, teodise savunması davasını kazanmak için Tanrı'nın sözde avukatları olan teodise savunucularından şu üç husustan birisinin açıklığa kavuşturulmasını ister. Ona göre,
a) Dünyada var olan gayeliliğe aykırı sanılan şeyin öyle olup olmadığı;
b) Gayeliliğe aykırı olmakla beraber mutlak bir gerçek olmadığını, ancak eşyanın tabiatının kaçınılmaz bir sonucu olarak düşünülmesi gerekip gerekmediği;
c) Mutlak bir gerçek olmakla beraber, varlıkların, yüce yaratıcısının değil, ama insan ya da üstün ruhlar nevinde iyi veya kötü başka bir sorumlu varlığın işi olup olmadığı, kanıtlanmalıdır. [16]
Kant teodise savunucularına yönlendirdiği zor ve bir o kadar çetrefilli sorularla derin sorgulamalara yönlendirmiştir. Kant, ateist ve teist filozoflara karşı daha olağan argümanlar üretmiştir. Denilebilir ki, Kant'a göre, kötülüklerin izahı ya da çözümü, eğilimler ile ahlak yasasının sağlıklı bir ilişkisinde düğümlenmektedir. Yaygın ahlak anlayışının aksine olarak, ahlaklı olmayı, Kant, ahlaki eylemin sonucuna değil, onun hazırlanışına, yani iyi niyete bağlamaktadır. O halde, sonucu ne olursa olsun ahlaki ve iyi olan şey, iyi niyete ve iyinin istenmesine dayalı olan şeydir. Ahlaki iyi ve kötünün belirlenmesinde, vicdanın önemli bir rolü vardır. Bir anlamda, ahlaki olarak iyi olan, vicdana uygun olan, kötü olan ise vicdana aykırı olan şeydir. Hem iyi niyet ve hem de vicdan ahlaklılığın ya da ahlaki iyiliğin belirlenmesinde belirleyicidir.
Kısacası ona göre, iyi niyet ve vicdandan daha yüce bir erdem ve iyilik olmadığı gibi, bunların kötüye kullanılmaları sonucunda oluşacak olumsuzluktan da daha kötü bir durum olamaz.
Tüm bu sorgulamalara karşı İvan’ın sorgulamalarına cevap bulmaya çalıştık. Ama İvan daha sert sorularla karşımıza tekrar çıkıyor. İvan Alyoşa’ya anlattığı, acı çeken iki çocuğun olaylarını anlattıktan sonra şöyle söylüyor:
‘’Öcü ne yapayım ben, canavarlar cehenneme gidecekmiş; cehennem, yaptıkları kötülüğü, mahvettikleri hayatı geri getirebilir mi?[17]
Burada teodise savunucularına karşı İvan, cehennemin var olmasının çektiğimiz acılara karşı yeterli olmadığı görüşünde. Bir ateist için diğer dünyaya, cehenneme inanmak çok zor. Teodisenin bu konuda verdiği cevap, yalnızca inanan insanlar için yatıştırıcı bir cevaptır. Yine İvan bir başka sorgulamada şöyle söylüyor:
"Diyelim ki ölümsüz ahengi sağlamak için acı çekmemiz gerekiyor, kabul. Ama çocukların ne ilgisi var bununla, lütfen söyler misin bana? Onların hayatta acı tatmak, ıstırap çekmek pahasına ahenk satın almalarına ne gerek var? Neden onlarda malzemeye girip, kim bilir kimin uğruna yarınki ahengin zeminini gübreliyorlar? İnsanlar arasındaki günah ve ceza konularındaki dayanışmayı anlıyorum, ama çocuklara uygulanmaz bu. Yok, eğer babalarının günahlarında bunların da payı varsa, bu, dünyamızın dışında bir gerçek olur, bu kadarını aklıma sığdıramam. Belki şakacının biri çocukların nasıl olsa büyüyünce günah işleyeceğini söyler; ama anlattığım yavru büyümeye vakit bulmadan, daha sekiz yaşında köpeklere yem oldu.’’[18]
Dostoyevski bir filozof değil ama bir filozofun soracağı soruları İvan’ın ağzından sorgulatıyor bizlere. Alyoşa’nın sessizliğiyle tekrar sorguluyoruz. Sorgulamalarımız bir noktada gerçekliğini yitiriyor, anlamsızlaşıyor. Bu sorgulamaların nereye gittiği belli olmuyor. İnançlar, dinler, teoriler hepsi duruyor bir noktada. Sorgulamaları kendimiz yapıyoruz; yaşadığımız, yaşattığımız olayalar üzerinden. İçimizin kan götürdüğü olaylarda bir suçlu aramak istiyoruz. Bulamayınca sessizleşiyor tüm dünya. Belki de tüm suç birinde değildir, hepimizdedir.
"Şunu bilin ki, sevgililerim, hiçbirimiz sadece insanlığa has bazı genel suçlarla suçlanmış değiliz; dünyadaki ayrı ayrı her kişinin sorumluluğu da bizim omuzlarımızdadır.’’[19]
SONUÇ
Rus yazar Fyodor Mihayloviç Dostoyevski, romanlarıyla tüm dünyaya sesini duyurmuş, ülke sınırlarını aşıp okuyucu kitlesini sınırlandırmamıştır. Romanlarında sunduğu bakış açısı, 19. yüzyıl Rus edebiyatının dışında, teolojik ve felsefi düşünceler için de önemli bir katkı sağlamaktadır. O, eserlerinde bireyin iç dünyasına inerek felsefi sorgulamaları yaptırmaktadır. Yaptığı sorgulamalar sadece bir düşünceyle sıkıştırılmayıp pek çok kesime hitap etmektedir.
Eserleri ateist, sosyalist, teist ve nihilist karakterlerle doludur. Ateist karakterlerine kötülük problemini sorgulatır. Bu sorgulama en belirgin olarak Karamazov Kardeşler'de ele alınır. Tanrı, iyilik ve kötülük problemi iç içe geçmiş bir paradokstur. Bu romanda tüm yükünü İvan üstlenir. O, yaptığı sorgulamalarla aklını yitirir. Sorular cevapsız kalınca dayanılmaz bir hal alır. Önce Tanrı’yı sorgular, sonra Tanrı’dan gelen kötülüğü. Yazar, başarılı bir şekilde sorgulamaları yaptırır. Dindar ve imanından şüphe duymayan Alyoşa’yı bile susturur. Bizleri dünyadan alıp tartışmaların ortasına atar. Burada yaşadığımız hayatı sorgularız. Bizi dünyaya bıraktığında ise artık eskisi gibi olamayız. Tanrı’ya ulaşmak, iyi ve kötüyü anlamak artık çok daha zordur.
Dostoyevski’nin amacı sorgulatmaktır. Amaç çözüme kesin ve net bir şekilde ulaşmak değildir. O, düşündüklerini bize de düşündürmeyi amaçlamıştır. Bunu son romanı Karamazov Kardeşler ile başarıyla tamamlamıştır.
KAYNAKÇA
Berdyaev, Nikolay Aleksandroviç. Dostoyevski’nin Dünya Görüşü. çev. Kasım Müftüoğlu. Ankara, 2021.
Dostoyevski, Karamazov Kardeşler, Çev. Nihal Yalaza Taluy, İstanbul, 2018.
Dostoyevski, Ölü Evinden Hatırlar, Çev. Özlem Koşar, İstanbul, 2012.
Emine Susuz, ‘’Dostoyevski’nin Romanlarında Tanrı ve İyilik Kötülük Fikri’’, Din ve İnsan Dergisi, sayı:4, 2022.
Eyüp Aktürk, ‘’Metafiziksel Bir Sorun Olarak Kötülük’’, Felsefe/ Düşünce Dergisi, sayı:59, 2014.
Fatma Yüce, "Din Felsefesinde Kötülük Problemi ve Teodise: Algısal Kötülük Kavramıyla Yeni Bir Perspektif", TFD, Felsefe Dünyası, Sayı 63,2016.
Gazâlî, "İlahi Ahlak el-Maksad'ül-Esna Şerh-u Esmaillah'il-Husna", çev. Yaman Arıkan, İstanbul; Uyanış Yayınevi, 1989.
Kant, Immanuel. Prolegomena to Any Future Metaphyisics. Çev. James W. Ellington. Cambridge: Hackett Publishing Company, 2001.
Klaus Städtke, Şipşak Dostoyevski, Çev. Regaip Minareci, İstanbul, 2013.
Leibniz, G.W. Essais de Theodiceé. Chicago, 1990.
L. N. Tolstoy, İtiraf, Çev. Ayşe Hacıhasanoğlu, İstanbul, 2022.
M. Kazım Arıcan, "Kant'ın Kötülük Anlayışı ve Teodise Eleştirisi", C.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, X/2, 2006.
Yaşar Türkben, ‘’ Kötülük Problemi: Gazali-Swınburne Mukayesesi’’, Harran Üniversiesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı:21, 2009.
[1] L. N. Tolstoy, İtiraf, Çev. Ayşe Hacıhasanoğlu, İstanbul,2022, s.55.
[2] Şipşak Dostoyevski kitabının karamazov kardeşler bölümü)
[3] Dostoyevski, Karamazov Kardeşler, Çev. Nihal Yalaza Taluy, İstanbul, 2018, s. 841.
[4] Dostoyevski, Karamazov Kardeşler, Çev. Nihal Yalaza Taluy, İstanbul, 2018, s. 67.
[5] Dostoyevski, Karamazov Kardeşler, Çev. Nihal Yalaza Taluy, İstanbul, 2018, s. 67.
[6] Dostoyevski, Karamazov Kardeşler, Çev. Nihal Yalaza Taluy, İstanbul, 2018, s. 311.
[7] Dostoyevski, Karamazov Kardeşler, Çev. Nihal Yalaza Taluy, İstanbul, 2018, s. 321.
[8] Dostoyevski, Karamazov Kardeşler, Çev. Nihal Yalaza Taluy, İstanbul, 2018, s. 322.
[9] Gazali, Makâsıdu’l-felasife, nşr., Muhammet Ali Beydun, thk., Ahmet Ferit el-Mezidi, Daru’l kutubi’l ilmiye, Beyrut, 2003, s. 161.
[10] Gazali, Makâsıdu’l-felasife, nşr., Muhammet Ali Beydun, thk., Ahmet Ferit el-Mezidi, Daru’l kutubi’l ilmiye, Beyrut, 2003, s. 162
[11] Bkz. Gazali, İhya IV/627.
[12] Bkz. Gazali, İhya, IV/238.
[13]Enfâl, 8/28
[14] Kant, ‘On the Failure of All Atttempted Philosophical Teodicies’ s.291.
[15] Kant, ‘On the Failure of All Atttempted Philosophical Teodicies’ s.291.
[16]Kant, 'On the Failure of All Attempted Philosophical Teodlcles', s. 283.
[17] Dostoyevski, Karamazov Kardeşler, Çev. Nihal Yalaza Taluy, İstanbul, 2018, s. 322.
[18] Dostoyevski, Karamazov Kardeşler, Çev. Nihal Yalaza Taluy, İstanbul, 2018, s. 325.
[19] Dostoyevski, Karamazov Kardeşler, Çev. Nihal Yalaza Taluy, İstanbul, 2018, s. 214