

Deniz Arslan | İstanbul Üniversitesi - Türk Dili ve Edebiyatı
DEVLETE KARŞI İNSAN
Öz
19.yüzyılın önemli liberal düşünürlerinden Herbert Spencer, 1884 yılında yayımladığı Devlete Karşı İnsan kitabında toplumun zorunlu işbirliği temelinde değil gönüllü işbirliği temelinde teşkilatlanması ve devletçilik ilkesine karşı bireycilik ilkesinin tesis edilmesi gerektiğini savunmuştur. Aynı zamanda erken dönem liberalistlerinin, devletin bireyler üzerinde kurduğu baskı ve denetime karşı bireyin özgürlüğünü savunmak için çıktıkları bu yolda edindikleri hedef ve misyonun nasıl The New Toryism olarak adlandırıldığı Yeni Muhafazakarlık/Tutuculuk’a evrildiğini eleştirel bir bakış açısıyla ele almıştır. Bu yazıda Spencer’in insanın egemen bir güce ihtiyacı olup olmaması konusunda öne sürdüğü fikirler ile Thomas Hobbes’un Leviathan'ı ve J.J. Rousseau'nun Toplum Sözleşmesi’nde devlet müessesesine yönelik kaleme aldığı düşünceler bu bağlamda incelenecektir. Ayrıca Spencer’in ve liberallerin sosyalizme getirdiği eleştiriler Erich Fromm’un kaleme aldığı Marx’ın İnsan Anlayışı’nda bu eleştirilere karşılık verdiği yanıtlar ile birlikte ele alınacaktır.
Anahtar sözcükler: Liberalizm, sosyalizm, devlet, T. Hobbes, J.J. Rousseau, Marksist hümanizm
İlk olarak devletin veya egemen gücün insanın doğasından gelen doğal bir oluşum mu yoksa insanların kendi aralarında oluşturdukları yapay bir kurum mu olduğu konusunda Aristoteles’in fikirlerini inceleyecek olursak; devletin insanlar için doğal bir zorunluluk olduğunu düşünen Aristoteles'e göre insan, her şeyden önce bir zoon politikon varlıktır. Yani insanlardaki toplumsallığın, arılar ya da karıncalarda olduğu gibi, insanın doğası gereği toplumsal ya da siyasal bir varlık olduğunu ileri sürmektedir. Bu durumda insanın kendi olanaklarını gerçekleştirebilmesi için toplumsal düzenin ve devletin varlığı insanın doğası gereği zorunludur.
Modern döneme kadar ağırlıklı olarak hüküm süren bu anlayışın karşısında yer alacak Hobbes ise insanın siyasallığını kendi doğası gereği siyasal olmasıyla değil, kendi doğallığını bir kenara bırakıp siyasal kuruluş gerçekleştirebilmesi ile açıklar. İnsanın siyasal düzen dışında doğal halinde state of nature durumundayken bir çatışma halinin hüküm sürdüğünü ileri süren Hobbes’a göre bu çatışmanın kaynağı insanlar arasındaki eşitliktir. Doğası gereği insanın diğer türdeşleri ile eşit olma durumu beraberinde rekabeti ve kaos ortamını doğuracaktır. Bu çatışma ortamında bireyler can ve mal güvenliğini korumak adına ortak bir rıza göstererek kendisinden daha güçlü bir kurumun/egemenin boyunduruğu altına girmeye razı olurlar. Hobbes korkutucu gücün egemen olmadığı, herkesin herkese karşı savaştığı doğa durumunda üretimin de olmayacağını çünkü çalışmanın karşılığının belirsiz olacağını ileri sürmüştür. Bu nedenle Leviathan’da Hobbes'un insanı doğa durumunda bencildir ve kendi hallerine bırakıldıklarında savaş ortamı kaçınılmazdır. Hobbes'un düşüncesinde siyaset felsefesi açısından en vurucu nokta ise egemenliğin kaynağına, meşruiyetin menşeine ilahi bir gücü değil toplumsal sözleşmeyi yerleştirmesidir. Ona göre herhangi bir sözleşmenin önde tutulmadığı bir yerde herhangi bir hak devredilemez ve her insanın her şeyi yapmaya hakkı olur. Bir eylemin norm olup olmaması konusundaki kıstas bireylerin kendi aralarında oluşturdukları sözleşme ile belirlenir. Bireylerin bu sözleşmeye uymaması halinde verilecek cezalar bireyleri hakkaniyetli davranmaya yani toplumun ortak normlarına göre hareket etmeye iter. Hobbes’un bu düşüncelerine karşılık Herbert Spencer, insanları korku içinde tutan egemen gücün olmadığı uygarlaşmamış topluluklarda bu egemen gücün baskısı ve denetimi altında kalan toplumlara göre çok daha barışçıl ve uyumlu bir şekilde yaşam sürdürüldüğünü ileri sürer. Aynı zamanda Hobbes’un insanların zorlayıcı bir güç ve ceza tehdidinin olmadığı sürece sözleşmede yer alan kurallara uymayacağı varsayımını oldukça subjektif bir tutum ile şu şekilde eleştirir: ‘’Arkadaşlarım arasından ‘herhangi bir ceza korkusu’ olmaksızın hiç kuşkuya mahal vermeksizin sözleşmelerinin gereğini yapacak birkaç isim sayabilirim ve bu insanlar için hakkaniyetin koşulları mücbir bir gücün varlığında da yokluğunda da aynı tahakkümü taşır’’ [1]
Spencer’in öne sürdüğü bu sav teorik olarak geçerliliğini sürdürebilirken pratikte her durum ve her insan topluluğu için aynı geçerliliği sürdürmemektedir.
Kanun ve yasaların olmadığı küçük, uygarlaşmamış mutlu ve barışçıl toplulukların yanında yasal denetimin olmadığı ABD’nin Kaliforniya eyaletinde bulunan Slab City’de ise bireyler arasında ortak bir normun bulunmaması herkesin istediğini yapabilme özgürlüğüne sahip olması bireylerin can ve mal güvenliğini tehlikeye atmakta ve güvensizlikten doğan bir kaos ortamı oluşturmaktadır.
Bu kaos ortamının insanın doğasından ileri geldiğini öne süren Hobbes’un aksine JJ. Rousseau ise bireyin toplumun ve sosyal yapının bir parçası olmadığı en ilkel zamanında mal-mülk gibi hırslarının da olmadığını bütün insanların eşit (Egalite) ve doğuştan özgür (Liberte) olduğunu dile getirir. Bireylerin toplum düzenine girmesi ve özel mülkiyet kavramının ortaya çıkması insanın sahip olduğu doğal özgürlüğü de yitirmesine sebep olmuştur. Rousseau’ya göre mülkiyet doğal bir durum değildir, site gibi pozitif hukukun geçerli olduğu durumlarda ortaya çıkan bir niteliktir.
İnsanlar arasındaki çatışmanın temel kaynağı mülkiyettir ve bu yüzden bizim devlete ve kanunlara ihtiyacımız vardır. Mülkiyetin getirdiği hırs ile malın kölesi haline gelen sermaye sahipleri ile serfler arasındaki makasın açılmasıyla insan, doğal durumundaki güvenli ve özgür halinden giderek uzaklaşacaktır. İnsanın toplumsal düzene tabi kılınmasından önceki dönemde doğa yasaları ile eşit ve özgürce varlığını sürdüren insan, medeniyetin inşası ile birlikte ancak toplumla yapacağı sözleşme ile sahip olduğu özgürlüğü kazanabilecektir.
İnsanın doğası gereği iyi olduğunu, her bireyin içerisinde iyilik yapmaya yönelik doğal bir yönelim olduğunu ve bu nedenle bireyin kendisi için istediklerini bir başkası için de isteyeceğini ileri sürer. Bu yüzden Rousseau’ya göre toplum tarafından oluşturulacak olan sözleşmenin esasları herkesin kamusal yararı düşünülerek oluşturulduğunda bireysel yarar da düşünülmüş olacağından özel yarar ile kamusal yarar arasında bir çatışma bulunmayacaktır.
Rousseau, hukuki ve kolektif bir gövde olan siyasi birlik genel irade ile idare edileceğinden bu gücün bir şahsın veya bir zümrenin tekeline giremeyeciğinden söz eder.
Spencer ise çoğunluğun arzularını azınlığa zorla kabul ettirmenin meşru kılınması durumunda bir diktatörün de yeterli bir orduyla azınlık üzerinde meşru kılınabileceğini ve bu nedenle çoğunluğun mutlak yetkisi için fiziksel meşruiyet değil ahlaki bir meşruiyet bulmamız gerektiğini ileri sürer.
Halkın idaresi lehine yazan Bentham anayasa hukuku adlı eserinde egemenliği tüm halka teslim eder.
“Egemen olan halk iştirak halinde temsilciler atar ve böylece bir hükümet kurar bu şekilde kurulan hükümet birtakım haklar meydana getirir ve haklar meydana geldikten sonra hükümet bunları kendisini meydana getiren egemen halkın münferit kesimlerine bahşeder’’[2]
Spencer'a göre devletin bir hak meydana getirme gücünü kabul ettiğimiz takdirde birey üzerindeki kısıtlayıcı gücünü de beraberinde kabul etmiş olduğumuzu ve bu durumda bireysel irade alanının yalnızca üstlerin iradesince tayin edildiği kadar olduğunu ileri sürmektedir.
Spencer her geçen gün bireyin hayatına müdahale edebilme hakkını yasalar ile meşru kılan devlete karşı erken dönem liberalistlerin bu yasaları feshetmeye yönelik çabalarının yerine yeni dönem liberallerinin tutuculara karşı üstünlük sağlamak amacıyla yeni mücbir kıstaslar ortaya koymasını bir nevi yeni muhafazakarlık olarak değerlendirir.
Spencer'a göre tutuculuğun asıl kaynağı militanlık iken liberalizmin asıl kaynağı endüstriyalizmdir. Tutuculuk statü rejimine dayanan zorunlu işbirliği sistemiyken liberalizm ise bireyler arasındaki gönüllü işbirliğine dayanır. Modern liberaller devletin müdahale alanını genişlettiğinden tutuculuğun yeni bir biçimi olarak karşımıza çıkmaktadır. Devletin sosyal yaşam üzerindeki müdahale alanı genişledikçe oluşan zararları devletin engellemesi ve tüm menfaatleri de yine devletin koruması gerektiği düşüncesi toplumun bilincinde yer edinir. Bu bilinç doğrultusunda getirilen yasalar ve bireylerin omuzlarına yüklenen vergiler toplumu devlete karşı bağımlı ve aciz kılmaktadır. Yasa koyucuların bilgi ve tecrübeden yoksun, zorunlu işbirliği esasında ortaya koyduğu kısa süreli çözümler beraberinde uzun vadede yeni sorunları da meydana getirmiştir.
Spencer’ın gönüllü işbirliği esasında ise halkın talepleri kendiliğinden karşılanana kadar bu taleplerin hiç karşılanmaması gerektiği yönündedir. Çünkü aksi takdirde bütün ihtiyaçları sosyal devlet tarafından karşılanan birey mücadeleci ruhunu kaybedeceğinden üretkenliği de bu noktada azalacaktır. Spencer, Darwin’in doğal seleksiyon adını verdiği doğada en güçlü olanın hayatta kalabilmesi teorisini birey-toplum ilişkisine de yerleştirir.
En muvaffak olanın hayatta kalmasının faydalı sonuçlarına değinen Spencer ‘’...günümüzde en donanımsız olanın hayatta kalması için dünya tarihinde hiç olmadığı kadar çok çaba harcıyorlar!’’[3] sözleriyle sosyal devlet anlayışına sert bir biçimde karşı çıkar. Bireyin toplum içerisinde var olabilmesi için harcadığı çaba ve gayret yalnızca bireye fayda getirmeyecek aynı zamanda toplumun refah seviyesini de yükseltecektir. Devlet kurumlarının her alanda kendisini göstermesi ve devlet eliyle desteklenen firmaların, özel sektördeki diğer firmaları iflasa sürüklemesi rekabet ortamını öldürecektir. Kıyaslanacak bir başka ürünün piyasada bulunmaması devlet tekelinde yürütülen kurumların daha iyi bir ürün ve emeği ortaya koyma noktasında kısırlaştıracaktır. Spencer, sosyalizmi rekabetin getirdiği muazzam faydayı görememe noktasında eleştirir.
‘’Rekabet ortadan kalktığında ve alım-satım yapan tek makam sistem olduğunda özgür irade ile emek karşılığında üretim takası yapma imkanı kalmaz, buna karşılık yetki verilen memurlar kime neyin ne kadar pay edileceğini belirleyecektir.’[4] ’ Bu paylaştırılmanın ise cebren yapılacağını ve devletin tanımladığı iş ve kazanca karşılık itaatsizlik eden bireye uygulanacak en ufak cezanın ise sınai yaşamdan uzaklaştırmak olduğunu ileri sürer.
Zorunlu işbirlikçi düzenin aksine bireylerin birbirleriyle yaptığı serbest anlaşmaların gönüllü işbirliği esasına dayandığı düzenlerde resmi bir denetime ihtiyaç duyulmadığını dile getirir.
Spencer'a göre bürokrasi doğası gereği yavaş işler. Zorunlu işbirliğine tabii tutulan bireyleri bir araya getiren şeyin arzu ve şevkin aksine zoraki bir gücün olması bireyleri ahlaksızlığa itmektedir. Devlet dairelerinde sıkça rastlanılan rüşvet ve liyakatsizlik de buradan ileri gelmektedir.
Kitabın Yaklaşan Kölelik bölümünde sosyalizm rejiminin bünyesinde köleliği barındırdığını ifade eder. Çünkü her alanda kendisinin baskıcı gücünü gösteren devlete karşı birey, devletin boyunduruğu altına girme ve onun isteklerini yerine getirmeye mahkum bırakılması bakımından köle konumundadır.
Spencer, ‘’ Kitlelerce insanın memur sınıfları tarafından kontrol edildiği hem dışarıdaki hem de içerideki yaşamların denetlendiği kendilerini tanzim eden bir organizasyonu desteklemek adına çalıştıkları ve şahsi varoluşları adına çok ufak bir pay bırakılan türde bir tiranlık’’[5] olarak nitelendirdiği sosyalist rejime dair düşüncelerinde eğer SSCB, Çin ve Kuzey Kore gibi hükümetlerin pratikteki uygulamalarına şahitlik edebilseydi kendisine daha çok hak verecekti.
Özellikle Batılı liberallerin bu despotik rejimleri öne sürerek sosyalizme getirdikleri eleştirileri Erich Fromm, Marx'ın düşüncelerinin gerek kapitalistler tarafından gerek sosyalist rejim altında bireyler üzerinde baskı kuran politikacılar tarafından çarpıtıldığını ileri sürmektedir.
Bu noktada Erich Fromm, Marx'ın İnsan Anlayışı kitabında totaliter sosyalist bir rejim ile marksist bir hümanizm arasındaki ayrımı fark etmemizi sağlar.
Erich Fromm’a göre marksist hümanizm ‘’İnsan özgürlüğüne önem veren insanlara yalnızca bir şeyi yapmama değil aynı zamanda yapma özgürlüğünü de tanıyan ve onlara becerilerini geliştirip gerçeğe dönüştürebildikleri bir ortam sunan bir yaşam tarzıdır.’’[6]
Antik çağdaki efendi köle ilişkisinin yerini orta çağda lordlar ile serflere, modern çağda ise iş verenler ile işçilere bıraktığını söyleyen Marx'ın anlayışında Batı dünyasında ortaya çıkan sanayileşme ile birlikte insanın otomatlaştığı, kendisine ve dünyaya karşı yabancılaştığı, kapital sistemin içerisinde bir nesne konumuna indirgenen bireyin bu düzene karşı vermesi gereken mücadele yatmaktadır.
Spencer’ın eleştirdiği düzende bireylerin emekleri ve kazançları devlet tarafından sömürülüyorken Marx'ın eleştirdiği düzende ise insanlar hem üretirken hem tüketirken devletin, devlet bürokrasisinin ve büyük şirketlerin sömürüsü altına girerek kapitalizmin kölesi haline gelmiş oluyorlar.
Bu noktada Erich Fromm, Marx'ın en önemli hedefinin insanları ekonomik ihtiyaçlarının doğurduğu baskı ve bağımlılıktan kurtarmak, bunun sonucunda içindeki gerçek benliği dışa vurabilmek kendisini gerçekleştirebilmek olduğunu belirtir.
Marx'ın İnsan Anlayışı’nda Erich Fromm, Marx’a dair eleştirisini şu şekilde kaleme alır: ‘’Öte yandan Marx, bürokratlaşmanın ve merkezileşmenin hangi boyutlara varabileceğini öngörememiş bunun yanı sıra sosyalizme kötü bir alternatif olabilecek otoriter sistemlerin ortaya çıkabileceğini düşünememiştir.[7] ‘’
Bu bağlam doğrultusunda Herbert Spencer’ın Devlete Karşı İnsan kitabında belirttiği üzere sosyalizme karşı muhalif tutumunun altında yatan temel neden bu kuramın insanlığı daha ileri bir konuma taşıyacak olan gelişimi engelleyip aksine geriye götüreceğine dair inancıdır.
Kaynakça:
Devlete Karşı İnsan, Herbert SPENCER (Litera Yayıncılık-İstanbul 2020)
Toplum Sözleşmesi, J.J. ROUSSEAU (Litera Yayıncılık-İstanbul 2018)
Marx’ın İnsan Anlayışı, Erıch FROMM (Say Yayınları 4. baskı,2016)
Leviathan, Thomas HOBBES (Litera Yayıncılık-İstanbul 2021)
[1] Devlete Karşı İnsan sf.236
[2] Devlete Karşı İnsan sf.247
[3] Devlete Karşı İnsan sf.150
[4] Devlete Karşı İnsan sf.94
[5] Devlete Karşı İnsan sf.79
[6] Marx’ın İnsan Anlayışı sf.11
[7] Marx’ın İnsan Anlayışı sf.12