

Cemre Nur Karakoç | İstanbul Üniversitesi - Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler
JOHN STUART MILL, ÖZGÜRLÜK ÜZERİNE BİR BAKIŞ
Öz
John Stuart Mill’in 1859 yılında yayımladığı Özgürlük Üzerine (On Liberty) eseri, siyaset felsefesinin en temel yapıtlarından biri olarak, bireyin hakları ile devlet ve toplum arasındaki ilişkileri derinlemesine incelemektedir. Mill, bu eserinde özgürlük kavramını, dönemin geleneksel anlayışının ötesine taşımış, liberal düşüncenin temel taşlarını oluşturan bir bakış açısı sunmuştur. Günümüzde siyasal ve toplumsal yapıları şekillendiren en önemli fikir akımlarından biri olan liberal felsefeyi incelemek; onu anlamlandırmada, yarattığı çelişkilere çözüm üretmede yahut alternatif arayışlarında gerekli bir başlangıçtır.
Bu çalışmada, liberal felsefenin ilk izlerini gördüğümüz Mill’in Özgürlük Üzerine kitabı tahlil edileceğinden öncelikle Mill’in yaşadığı Avrupa’daki siyasal dengeler ve İngiltere’deki siyasal hayat göz önünde bulundurulacak, Mill’in hayatı ve sonrasında eserinde üç başlıkta incelediği temel argümanlar aktarılacaktır.
Abtract
John Stuart Mill’s On Liberty, published in 1859, stands as one of the foundational works of political philosophy, offering an in-depth examination of the relationship between individual rights and the state, as well as society. In this seminal work, Mill transcends the traditional understanding of liberty prevalent in his era and presents a perspective that forms the cornerstone of liberal thought. Exploring liberal philosophy, which remains one of the most influential ideologies shaping contemporary political and social structures, is essential for understanding its significance, addressing the contradictions it generates, and seeking alternative approaches.
In this study, Mill’s On Liberty, where the early traces of liberal philosophy can be observed, will be analyzed. To provide a comprehensive context, the political dynamics of Europe during Mill’s lifetime and the political climate in England will be considered. Additionally, Mill’s life and the three main arguments he elaborates upon in his work will be discussed in detail.
-
GİRİŞ
Siyaset felsefesinin kökleri derinlere uzanırken, 21. yüzyılda bu kanon eserleri okuyor olmamızın manası sadece edebi bir zevk, entelektüel bir birikimden çok daha fazlası olduğu içindir. Bilinenden hareketle -Yunan karanlık çağından başlattığımızı varsayarsak- Platon’dan günümüze oluşan felsefe kültünün anlamı, insan yaşamını anlamlandırmada ve yönlendirmede süre gelen tek bir değişmez noktadan ibaret: sorulan sorular. Felsefe, akıp giden zamana rağmen insanlığın aynı sorularla farklı yollarla baş etme çabasının ürünü.
İnsanların, sorular karşısındaki durumunda ‘X, böyle söylüyor.’ demesiyle son bulmadığı ve bulmaması gerektiği için felsefeyi bir düşünce pratiği zemini olarak değerlendirmek; onun işlevini anlamak ve işlevini gerçekleştirmesinde dikkat edilmesi gereken bir bakış açısıdır. Zira, söylenmesi gereken her şey söylendiyse ya da söylenecek olup bir gün tamamlanacaksa felsefenin nihai ereği sadece ve sadece tozlu sayfalardan ibaret olacaktır. Oysa, düşünce yolculuğundaki akışta farklı bakışlar olarak onu algılamak daha büyük bir gayede bizi ortaklaştırır.
Uzaklarda bir yerlere ait olarak benimsenmesinin bir kenara itildiği felsefenin adeta göklere çıkarıldığını ve felsefeyi düşünmenin-anlamanın sadece bulutlarla eşleştirebildiğine dair çevremde bir izlenime sahibim. Bu becerinin göklere ait olduğunu söylemek, yeryüzünü düşünmeyen varlıklarla dolu olduğunu iddia etmekten başka bir şey değildir. Bununla birlikte, bir birikimi anlamlandırabilmek için; tek bir metni okumaktan çok daha fazlasına sahip olmamız gerektiği kanaatindeyim. Bu ‘fazlası’ pek çok farklı yoldan olabilir. Her bir yol değerlidir ve birini birinden üstün kılmanın uzun vadede bir yararı dünyada henüz görülemedi. Çeşitli nedenlerden dolayı popülerleşen isimlerden ziyade, gözümüzü eksik olabilecek parçalara çevirmenin düşünme toprağını harmanlayacağına inanıyorum. Öyle ki bazı popülerleşmeler, bu kişileri bilindiği sanılan ama ne olarak bilindiği hatırlanmayan masallara çevirdi. Daha iyi anlaşılması için, gözümüzün önüne ünlü olarak bildiğimiz ama bir süre sonra niye ünlü olduklarını hatırlamadığımız insanları getirebilirsiniz. Mill’in felsefesinde bu, doğruları tekrar gözden geçirmeden, tekrar tartışmadan, sadece uzun süre doğru kabul edildiği için kabul gören doğruları anımsatıyor bana. Belki de her şeyden önce oralardan başlamalıyız.
Bu çalışmada ise bir öğrenci gözünden John Stuart Mill’in düşünceleri, yaşadığı ortam anlamlandırılmaya çalışılacak. Fikirlerini tartışma zahmetine, bunun çok daha derin ve uzmanlık gerektiren bir iş olduğuna inanarak girişmedim. Sadece fikirlerinin ne olduğunu ortaya koymak niyetindeyim. Atladığım ya da eksik olabilecek hususlar doğal olarak mevcuttur. Aksi bir iddia barındırmıyorum. Düzeltmeler veya katkılar için her zaman açığım. Maksadım, kendim gibi öğrencilere katkı sağlamak, bir ön bakış sunmaktır.
Çalışmada öncelikle; Avrupa’da 19, Yüzyıla Doğru Siyasi Hayat, John Stuart Mill’in Hayatı’ ndan bahsedilecek olup sonrasında eseri Özgürlük Üzerine’ nin bölümleri; Düşünce Özgürlüğünün Gerekliliği Üzerine, Mutluluğun Ögelerinden Biri Olarak, Bireysellik, Toplumun Birey Üzerindeki Otoritesinin Sınırlarına Dair başlıkları altında Mill’in bu eserde sunduğu fikirler, argümanlar aktarılacaktır.
-
AVRUPA’DA 19. YÜZYILA DOĞRU SİYASİ HAYAT
17. yüzyılda Avrupa, din ve siyaset arasındaki gerilimlerin olduğu, büyük savaşlar ve dönüşümlerle şekillenen bir yerdir. Otuz Yıl Savaşları (1618-1648), Avrupa'nın büyük bölümünü etkileyen, Katolikler ve Protestanlar arasındaki mezhepsel çatışmaların bir yansıması ortaya çıkmış, ancak zamanla siyasi ve bölgesel güç mücadelesine dönüşmüştür. Savaşın sonunda imzalanan Westphalia Barışı, Avrupa’da modern devlet sisteminin temellerini atmıştır. Bu dönemde, Fransa'da XIV. Louis'nin hükümdarlığı altında mutlak monarşi güç kazanmış, merkezi otoritenin doruk noktasına ulaşılmıştır. Aynı zamanda, İspanyol İmparatorluğu’nun gerilemesi ve Hollanda’nın yükselişi, Avrupa’daki güç dengelerini yeniden şekillendirmiştir. 18. yüzyıla gelindiğinde Aydınlanma düşüncesinin etkisiyle Avrupa, derin bir dönüşüm geçirmiş, bu düşünceler hem entelektüel hem de siyasi reformlar için zemin hazırlamıştır. Aydınlanma, akıl ve bilim vurgusuyla geleneksel otoriteleri sorgulamış, bireysel özgürlükler ve demokratik değerlerin ön plana çıkmasını sağlamıştır. Bu düşünsel hareket, mutlak monarşilere karşı reform taleplerini tetiklemiş ve siyasi düşünceyi köklü şekilde etkilemiştir. Aynı dönemde, Avrupa'daki büyük askeri çatışmalar, özellikle İspanyol Veraset Savaşı (1701-1714), Avusturya Veraset Savaşı (1740-1748) ve Yedi Yıl Savaşı (1756-1763), kıtanın güç dengelerini sürekli olarak yeniden şekillendirmiştir. Bu savaşlar, sömürge imparatorluklarının genişlemesi ve ulus-devletlerin güçlenmesiyle sonuçlanmış, kıtanın siyasi haritasını yeniden düzenlemiştir. Yüzyılın sonlarına doğru, Fransız Devrimi (1789) Aydınlanma' nın pratik bir sonucu olarak ortaya çıkmış ve monarşiyi devirmiştir. Devrim, demokratik ve cumhuriyetçi ideallerin yayılmasını teşvik etmiş, Avrupa'daki diğer mutlak monarşilere karşı bir model oluşturmuştur.
İngiltere ise, bu dönemde iç siyasi kargaşalar ve anayasal krizlerle sarsılmıştır. 1642-1651 yıllarındaki İngiliz İç Savaşı, Kral I. Charles ile Parlamento arasındaki güç mücadelesinin bir sonucudur. İç savaş, monarşinin geçici olarak kaldırılması ve İngiltere'nin bir cumhuriyet olarak yönetilmesi ile sonuçlanmış olsa da kısa sürede yeniden monarşiye dönülmüştür. Devamında 1688'de gerçekleşen "Şanlı Devrim", İngiltere’de anayasal monarşinin kalıcı olarak yer edinmesine, kraliyet yetkilerinin parlamenter denetim altına alınması ile sonuçlanmıştır. İngiltere'deki bu gelişmeler, 17. yüzyıl Avrupa'sındaki siyasi dönüşümlerin önemli bir parçası olarak kıta genelindeki monarşiler üzerinde derin bir etki yaratmış ve modern parlamenter sistemlerin temelini atmıştır. 18. Yüzyıl Aydınlanma ile birlikte İngiltere, hem Aydınlanma düşüncelerini hem de içsel siyasi reformları etkili bir şekilde benimsemiştir. 1688'deki "Şanlı Devrim" sonrasında gelişen anayasal monarşi ve güçlendirilmiş parlamenter sistem, İngiltere'yi siyasi istikrarın ve reformların öncüsü yapmıştır.
‘Nitekim bu yüzyılda iki temel devrim yaşanan İngiltere’de parlamentonun doğuşu ve bütçenin bir hak olarak kabul edilerek meydana gelme sürecinde büyük bir ilişki bulunmaktadır. İngiltere’de parlamento, monarkın başta vergi salma ve harcama yapma yetkilerinin kısıtlanması ya da bazı şartlara bağlanması sürecinde ortaya çıkmış siyasal bir kurumdur. Bütçe hakkı da İngiltere’de Kral ve parlamento arasındaki güç mücadelesinde demokrasinin ve özgürlüklerin filizlendiği bir devrim çağında önem kazanmıştır.’ (Doğan, K. C., & Şentürk, S. H. (2017))
Aydınlanma ilkelerini uygulayarak gerçekleştirdiği siyasi ve ekonomik reformlarla Fransa’dan çok daha önce iç savaşını ve devrimini tamamlayan İngiltere için yolu açılan iktisadi gelişmeler Sanayi Devrimi’nde onu dünya gücü yaparken diğer bir yandan bu zenginleşmenin sosyal ve siyasi çıktıları sınıf çatışmalarına, ‘birey’ ve ‘mülkiyet’ sorunlarına sebebiyet vermiştir. Ağaoğulları’nın değişiyle daha özel bir biçimde; Ticaretten gelen paranın farklı alanlarda kendini çoğaltmak üzere yatırıma dönüşmesi, bu sayade zenginleşen burjuvazinin giderek kent yönetimlerini bir oligarşiye dönüştürmesi, ister istemez kentleri burjuvazi ile diğer toplumsal sınıflar arasındaki çatışmanın başlıca mekânı haline getirmiştir. (Ağaoğulları, M. A. (2015))
-
JOHN STUART MILL’İN HAYATI
Özgürlük üzerine kitabının ilk sayfasında yer aldığı şekilde: Çalışmalarını yapması amacıyla babası tarafından kurgulanmış bir hayat yaşadı.[i]
John Stuart Mill, entelektüel yeteneklere sahip bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Henüz üç yaşında Eski Yunanca öğrenmeye başlayan Mill, sekiz yaşına geldiğinde Latince, geometri ve cebir derslerine başlamıştır. On yaşına ulaştığında Platon’un felsefi eserlerini okumaya başlamış, on üç yaşında ise mantık, tarih ve ekonomi politikası alanındaki kitaplarla ilgilenmiştir. Babası James Mill tarafından evde özel olarak eğitilen John Stuart Mill, "dâhi çocuk" olarak nitelendirilmiş ve eğitim programı titizlikle planlanmıştır. Bu erken yaşta yoğun ve disiplinli eğitim, entelektüel kapasitesini hızla geliştirse de Mill’in gençlik döneminde yaşadığı derin bir bunalım, onun entelektüel gelişiminin duygusal ve estetik yönlerini ihmal ettiğini fark etmesine neden olmuştur. 21 yaşında yaşadığı bu kriz, babasının katı eğitim yöntemlerini sorgulamaya sevk etmiş ve bireysel gelişimin yalnızca zihinsel yetkinliklerle sınırlı kalmaması gerektiğini anlamasını sağlamıştır. Bu farkındalık sürecinde romantik dönemin şairlerini keşfetmiş ve bireyselliğin entelektüel, duygusal ve estetik yetilerin çok yönlü bir şekilde geliştirilmesiyle mümkün olabileceği düşüncesine varmıştır.
Mill’in entelektüel arayışı, Alman idealizminin önde gelen düşünürleri Goethe ve Schiller gibi isimlerin eserlerini incelemesiyle devam etmiştir. 1830 yılında Harriet Taylor ile tanışması ve 1851 yılında evlenmesi, onun feminizm ve Fransız ütopik sosyalizmi benimsemesinde önemli bir rol oynamıştır. Harriet Taylor ile olan ortaklığı, Mill’in sosyal ve politik düşüncelerinin şekillenmesinde belirleyici olmuştur. En beğendiği eser olarak gördüğü ve eşiyle birlikte yazdığı “Özgürlük Üzerine” kitabını 1858 yılında vefat eden Harriet’e ithaf etmiştir.
Profesyonel kariyerine gelince, Mill 1823 yılında Doğu Hindistan Kumpanyası’na katılmış ve burada Teftiş Bürosu Başkanlığı’na kadar yükselmiştir. Kumpanyada geçirdiği 35 yıl boyunca edindiği yönetsel ve ekonomik deneyimler, onun daha sonraki politik ve ekonomik teorilerine temel oluşturmuştur. 1865 yılında milletvekili seçilen Mill, üç yıl boyunca parlamentoda görev yapmış ve özellikle kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanınması için yoğun çaba göstermiştir. Bu dönemde, Mill kadın haklarının geliştirilmesi için önemli katkılar sağlamış ve bu alandaki mücadelesi, toplumsal cinsiyet eşitliği konusundaki ilerlemelere zemin hazırlamıştır. 1867 yılında Edinburgh’daki Saint Andrew Üniversitesi’nin rektörü olarak atanan Mill, akademik camiada da önemli bir figür haline gelmiştir. Rektörlük görevinde, üniversitenin entelektüel ve akademik gelişimine katkıda bulunmuş, liberal düşüncenin ve entelektüel özgürlüğün teşvik edilmesinde rol oynamıştır.
John Stuart Mill’in kişisel gelişim öyküsü, yararcılıktan sosyalizm sempatizanlığına uzanan geniş bir yelpazede değerlendirilmiştir. Bu öykü, Aydınlanmacı gelenekle Romantik geleneği uzlaştırma çabası olarak da yorumlanabilir. Mill, aydınlanma rasyonelliği ile romantik duygusallığı birleştirerek, modern liberal düşüncenin temel taşlarını oluşturmuştur. Onun felsefi ve politik çalışmaları, bireysel özgürlükler, toplumsal adalet ve ekonomik eşitlik arasındaki dengeyi sağlamayı amaçlamış, bu yönüyle çağdaş düşünceye önemli katkılarda bulunmuştur. (Yıldız Silier, 2013)
-
-
ÖZGÜRLÜK ÜZERİNE
-
John Stuart Mill, çalışmasında, özgürlüğe felsefede yaygın olarak karşılık getirildiği sadece irade özgürlüğü olarak bakmayacağını ve çalışmasının sivil ya da toplumsal özgürlük kavramı ile ilgili olduğunu söyleyerek ilk cümlelerine başlamaktadır. Bu makalesinde, toplum tarafından birey üzerine meşru bir şekilde uygulanan gücün doğası ve sınırları üzerine tartışmaktadır. Mill, ileride hayati bir sorun olarak gündeme geleceğinden oldukça kararlıyken günümüz demokrasilerinin büyük bir çıkmazı olarak siyasete etki eden bu faktör onun değimiyle ‘uğursuzluk’ olarak halen bir köşeye itilmeye devam etmektedir.
Mill, felsefesinde Özgürlük ve otorite arasında mücadeleyi ‘halk’, ‘halkın belli sınıfları’ ile ‘hükumet’ arasında cereyan eden ve siyasi egemenlerin zorbalığına karşı korunma anlamından ayırır, ‘toplumun çoğunluğunun iradesi’, ‘toplumun çoğunluğunun iradesinin yansıması olarak iktidar’ ve ‘toplum içindeki birey’ arasında cereyan eden toplumsal otorite zorbalığına karşı korunma olarak ele alır. Öncelikle yönetenlerin, yönetilenlerin iradesinin temsil etmesi ve çıkarlarının uyuşması gerektiği siyasi anlayışının yaygınlaşıp halkın yöneticileri birer temsilci olarak seçtiği, değiştirme, yargılama mekanizması kurarak yönetimin halkla özdeşleştiği temsili demokrasi sisteminin, halkın iktidarının kusursuz gözüken bir halk yönetimi olmadığını düşünmektedir. Halkın kendi iradesin karşı korunma ihtiyacı olmaması, halkın kendi içinde zorbalık yaratacağı düşüncesinin öngörülmemesini sistemin iki kusurları olarak açıklar.
‘Şimdi ‘kendi kendini yönetme’ ve ‘halkın kendi üzerindeki iktidarı’ gibi kavramları söz konusu durumu gerçek anlamda yansıtmadığı anlaşılmıştı. Elinde yetki bulunduran insanlar ile o yetkinin kullanıldığı insanlar her zaman aynı kişiler olamazlar; ayrıca sözü geçen kendi kendini yönetme meselesi her bireyin kendi kendini yönetmesi değil, bir kişinin diğerleri tarafından yönetilmesi anlamına gelir. Üstelik halkın iradesi gerçek anlamda nüfus ve aktivite olarak zengin olan kısmın, yani çoğunluğun ya da kendini çoğunluk olarak kabul ettirmeyi başarmış olanların iradesi demektir; sonuç olarak hal da belirli bir kesimi üzerine baskı uygulamak isteyebilir, her türlü suistimal ihtimaline karşı olduğu kadar buna karşı da gerekli önlemler alınmalıdır.’ [ii]
Halkın içindeki ‘çoğunluk’ ya da ‘çoğunluk olmayı başarmış olanların iradesi’; ‘çoğunluğun tahakkümüne dönüşür. Çoğunluğun tahakkümünü diğer tahakkümlerden çok daha kötü olduğu düşüncesindedir çünkü çoğunluğun tahakküm aracı sadece iktidar araçları ve yasalarla sınırla kalmamaktadır ve toplum kendi emirlerini sosyal hayatta birey üzerinde uygulamaya devam etmektedir. Böylelikle, korkunç bir toplumsal zorbalık gücü yaratılır. Mill, toplumsal zorbalık gücüyle bireye uygulanan baskı ve kontrolü sınırlandırmanın yolunu genel bir ilke ile açıklar ve bu ilkeye göre;
-
Bireyin bir diğerinin davranış özgürlüğüne müdahale etmesinin sebebini ‘kendini koruma’ ya da ‘başkalarına gelecek zararı önleme’ olmalıdır,
-
Kişinin davranışı için tartışmak, ikna etmek yanlış olmasa da onu zorlamak kesinlikle haklı bir sebep görülemez. Kişinin davranışına müdahale edilmesini gerektirecek tek sebep, davranışın bir başkasına zarar vereceğinin ‘kesin’ olmasıdır. Yalnızca kendini ilgilendiren noktada, mutlak özgürlüğe sahiptir ve kendi benliği, kendi bedeni, kendi beyni üzerinde tek başına egemendir,
-
Başkalarının yararı için bireyin yapmaya zorlanabileceği olumlu davranışlar vardır ve bunlarda birey topluma karşı sorumludur: mahkeme önünde şahitlik vb.
-
Toplumun dolaylı menfaatinin olduğu ve açık rıza ile diğerlerinin dahil olabileceği bireyin özel hareket alanı mevcuttur. Bu alan yaşam ve davranış biçimleri ile ilgilidir, Genel olarak vicdan özgürlüğü, bilimsel, ahlaki ve dinsel konularda düşünce ve duygu özgürlüğü gibi bilincin iç alanı barındırır. Etrafımızdakilere zarar vermediği sürece yaşamımızın tasarımını düzenleme özgürlüğü, başkalarına zararı dokunmayacak herhangi bir amaç için toplanma özgürlüğü vb.
-
İnsanlık özgür ve eşit tartışmalarla ilerleyebileceği bir noktaya gelmeden, bir ilke olarak özgürlüğün hiçbir duruma uygulanamaz,
-
Hükümet rejimi ne olursa olsun bu özgürlüklere tam anlamıyla saygı göstermeyen hiçbir toplum özgür değildir.
Böylece, bireyin özgürlüğüne müdahalede bulunabilmek için ‘bir başkasının zararı’ koşulunu gerekli kılmış ve ona kendisine ait, topluma karşı sorumluluğunun olmadığı ve bireysel tercihlerini içeren bir alan yaratmaya çalışmıştır.
Ayrıca, JJ. Rousseau’nun ‘genel irade’ anlayışı ile Mill’in ‘çoğunluğun iradesini’ birbirine karıştırmamak gerekir. O, toplumun içindeki tekil çıkarlarının ötesine geçerek toplumsal faydayı sağlamak amacıyla toplum için iyi kanaatiyle genel irade kavramını kullanır. Rousseau’nun demokrasi anlayışı daha çok Antik Yunan ve Roma birleşimi ideası gibi görünmekte ve kent devleti içerisinde uygun bir model olarak tasarlanarak, modern toplum yapısının uyuşmaması, çok uluslu devletler gibi birçok paradigmayı es geçmesiyle günümüz demokrasi anlayışına oldukça uzak kalmaktadır. Çıkar farklılıklarının ve çatışmaların olmadığı kaynaşmış bir toplum üzerine kurulmuş demokrasi görüşleri -gerçek toplumu yansıtmadığı gibi- nüfus olarak çoğunlukta olan fikirlerin de genel irade üzerindeki etkisini hesaplamaya olanak bırakmamaktadır. Daha fazla bilgi için ilgili makaleyi incelemek faydalı olacaktır. (Kalfa, C., & Ataay, F. (2015))
‘Toplumun istediği ve istemediği şeylerin bireyler için yasa olması gerekip gerekmediğini sorgulamaktan çok, toplumun neyi isteyip neyi istemediğini araştırmakla uğraşmışlardır.’[iii]
-
-
Düşünce Özgürlüğünün Gerekliliği Üzerine
-
John Stuart Mill, bir düşüncenin susturulmasının, yalnızca mevcut nesli değil, gelecek nesilleri de olumsuz etkileyeceğini düşünür. Eğer susturulan düşünce "doğru" ise, insanlık yanlış olanı doğru olanla değiştirme fırsatını kaybedecek; eğer "yanlış" ise, gerçeğin yarattığı canlı etkiyle ortaya çıkması engellenmiş olacaktır. Bu bölümde, düşünce özgürlüğünün gerekliliği üzerine yapılan savunma, hükümet ile toplumun fikirlerin eşleştiği bir tiplemede farklı düşüncelerin baskılandığı bir senaryo üzerinden test edilmektedir.
Tartışmanın ilk kısmında, hâlihazırda geçerli kabul edilen görüşlerin yanlış olabileceği ihtimali üzerinde durulmaktadır. Onun fikirlerine göre, insan yanılmaz bir varlık değildir ve fikirleri değişip, gelişebilir. Her şey kesin olarak bilinemeyeceğinden, akıl yürütüp üzerine tartışarak bilgi varsayılabilir. Muhakeme yapmak bir fikir üzerindeki yanılgıları ortaya çıkarır. Yanılgılar tartışma ve deneyim yoluyla test edilebilir. Tartışma, deneyim sürecini de belirler. Bu noktada düşünür, muhakeme metodunun faydasına bir soruyla dikkat çeker: Bilge biri nasıl bilge olur? Cevap, fikirlerinin ve düşüncelerinin eleştirilmesine açık olarak, söylenenleri "dinleyip" doğru olduğu ölçüde "yararlanarak," yanlışları hem kendine hem de başkalarına açıklamayı alışkanlık haline getirmekte yatar. Bu süreç, kişinin düşüncelerini başkalarınınkiyle kıyaslayıp düzeltmeler ve tamamlamalar yapmasını sağlar, uygulamalardaki kusurları azaltır ve o düşünceye güven duymak için sağlam temeller inşa eder. Eleştiri ve itirazlardan kaçmak yerine, bu itirazları değerlendirerek bir önermeyi savunmak, o önermenin yanlışlık payını azaltır. Onun önermesinin kanıtı olarak çağları gösterir. Tarih boyunca, topluluklara ait fikirlerin zamanla aksi kanıtlanmış ve yanlışlardan dönülmüştür. Bu durum, dünyanın ve insanlığın yanılabilirliğini göstermektedir.
Tartışmanın ikinci kısmında ise, geçerli kabul edilen düşüncelerin doğru olduğu varsayımı üzerinden bir inceleme yapılmaktadır. Yaygın kabuller zaten doğru ise düşünce özgürlüğü neden yasaklanmamalıdır? Yazar, köklü bir doğrunun sürekli olarak ve cesurca tartışılmaması durumunda, bu doğrunun zamanla yaşayan bir gerçek yerine ‘ölü bir dogmaya’ dönüşme tehlikesi taşıdığını ileri sürer.
Yazarın argümanı, bir düşüncenin veya inancın yalnızca geçmişte doğru olarak kabul edilmesi nedeniyle sorgulanmadan benimsenmesinin tehlikelerine odaklanır. Bir düşünce, zamanla toplumsal kabul görmüş olabilir, ancak bu onun her zaman geçerli olduğu anlamına gelmez. Bu tür bir kabul, eleştirel düşünce ve tartışma süreçlerinden geçmediği sürece, akıl süzgecinden geçirilmeden doğru kabul edilen bu düşünce, canlılığını yitirerek katı ve durağan bir dogma haline gelebilir. Dogmalar, özünde sorgulanamaz kabul edilen inançlardır; ancak sorgulanmayan her "doğru", zamanla aslında bir batıl inanç ya da yanlış bir yargı haline gelebilir.
Ayrıca, tartışma eksikliğinin, doğrunun içsel tutarlılığına zarar verebileceğini belirtir. Akıl süzgecinden geçirilmeden ve mantıklı argümanlarla desteklenmeden kabul edilen "doğrular", aslında eleştiriden uzaklaştırıldıkları için yalnızca yüzeysel bir doğru olarak kalırlar. Bu durum, köklü ve sağlam temellere dayanmayan bu tür doğruların, zamanla birer önyargıya dönüşmesine yol açabilir. Önyargılar ise genellikle sorgulama ve eleştiriden muaf tutuldukları için, toplumda derinlemesine bir anlayış yerine yüzeysel ve dogmatik bir kabulün yerleşmesine neden olabilirler.
Bir diğer argüman; tartışmanın olmadığı bir ortamda, "doğru"nun özünü ve anlamını yitirebileceğidir. Eğer bir düşünce sürekli olarak eleştiriye ve sorgulamaya tabi tutulmazsa, bu düşüncenin altında yatan rasyonel temeller de zamanla unutulabilir. Böylece, bu "doğru", başlangıçtaki anlam ve bağlamını kaybederek yalnızca birer ritüel veya ‘boş inanç’ olarak varlığını sürdürür. Bu noktada, bir zamanlar güçlü bir hakikate dayanan bir düşünce, artık yalnızca şekilsel bir kabulden ibaret hale gelir ve bu da o düşüncenin toplum içindeki etkinliğini zayıflatır.
Sonuç olarak, John Stuart Mill’in düşünce özgürlüğünün gerekliliğine dair savunduğu argümanlar, yalnızca bireysel bir hak değil, aynı zamanda toplumsal ilerlemenin ve gerçeklerin ortaya çıkmasının temel bir aracı olarak ele alınmıştır. Birey ve toplum arasında kurduğu bu bağlantıda Mill’in faydacılık öğretisinin izlerini görmekteyiz. Bu bağlam, onu Jeremy Bentham’ın faydacılığından ayıran en önemli özelliğidir. Bentham, mutluluğu yalnızca nicel ölçütlerle değerlendirirken, Mill, niteliksel farklılıkların ve bireylerin entelektüel gelişimlerinin toplumsal etkilerini de dikkate almaktadır.
-
-
Mutluluğun Ögelerinden Biri Olarak, Bireysellik
-
Düşünce özgürlüğünün gerekliliğinin nedenleri ardından, bu bölümde bireyin davranışlarının özgürlüğü ve mahiyeti ele alınmaktadır. Mill, bireyin dokunulmaz kişisel alanının, birey ve toplum için manasının ne olduğu üzerinden bireysel özgürlüğün önemine bir köprü kurar.
John Stuart Mill’in görüşüne göre, bireyin özgür davranışlarının sınırı, başkalarına mutlak zarar verdiği noktadır. Yalnızca kendini ilgilendiren konularda birey özgürdür ve doğrudan müdahale edilemez fakat her davranışında özgür değildir. Başkalarına zararı dokunacak eylemlerine ise mutlaka müdahale edilmeli ve hatta önceden önlemler alınmalıdır. Bireyin kendini ilgilendiren davranışlarında, başkalarına zarar vermemek koşuluyla, her bireye eşit bir faaliyet alanı tanınmalı ve bu alanın kişinin tercihlerine göre özgürce şekillenmesine, istediği yaşam biçimini deneyimlemesine olanak sağlanmalıdır. Böylelikle birey, gelenekler ve yaygın kabul görmüş normlar yerine, kendine uygun gördüğü ve doğru bulduğu tercihlerle ‘kendini var etme’ olanağına sahip olacaktır.
‘‘Özgünlüğün insan ilişkilerindeki önemini kimse yadsıyamaz. Yalnızca ortaya yeni doğrular çıkaracak ve eskiden doğru olan şeyler artık doğru olmaktan çıkınca bunları bize gösterecek olan kimselere değil, aynı zamanda yeni pratiklere kapı açacak ve insan yaşamında daha aydınlık bir hareketin, daha iyi bir zevk ve anlayışın örneğini sunacak kişilere de ihtiyaç var.’’[iv]
Wilhelm Von Humboldt’un makalesine atıfta bulunarak argümanını destekleyen Mill, insanların deneyimlerini ve eğitimlerini kendilerine has bir biçimde yorumlayarak gelişimlerini kişiselleştirmelerinin, bireysel güç ve çeşitliliği doğurduğunu savunur. Bireyin kişisel bağımsızlığını yarattığı ‘özgünlük, toplum içindeki ‘çeşitliliğin’ temel kaynağıdır. Toplumsal çeşitliliği ise ‘toplumsal gelişime’ olanak sağlayan yegâne unsur olarak açıklamıştır. Ona göre, başkalarının düşüncelerine itaat eden bireyler yerine, kendine özgü fikirlere sahip bireylerin yarattığı farklılıklar insan gelişimi için vazgeçilmezdir. Mill, gelişimin olmadığı zamanlardaki duraklamanın nedenini çeşitliliğin ortadan kaldırılması, özgün bireyin baskılanmasıyla açıklamış ve bu ilişkiyi, altın dönemlerinden sonra özgünlüğü kaybeden Doğu, kamuoyu yönetimi herkesi birbirini benzemeye adayan Çin, karakter ve kültür çeşitleriyle yazgıdan korunmayı başarmış olsa da şimdilerde bunu yitirmeye başlayan Avrupa örnekleriyle desteklemiştir.
‘‘Bütün Doğu'da da durum böyledir. Orada gelenek her şeyde en yüce makamdır; adalet ve hak demek geleneğe uygunluk demektir; iktidar sarhoşu olmuş bir zorba dışında hiç kimse gelenek fikrine karşı durmayı düşünmez. Sonuçlarını da görüyoruz. Bu uluslar bir zamanlar muhakkak belirli bir özgünlüğe sahiptiler; birdenbire yoğun, bilgili ve yaşama sanatlarının çoğunda tecrübeli bir hale gelmediler; her şeyi kendileri başardılar ve dünyanın en büyük, en güçlü ülkeleriydiler. Şimdi nedirler?’’[v]
John Stuart Mill, bir diğer argümanında, önceki zamanlarda bireyin kendisinin topluma etki eden bir güç olduğunu, çağında ise bireylerin kalabalıklar arasında kaybolarak kitlelerin gücü eline aldığınıdan bahseder. ‘Kolektif sıradanlığın’ temsili kitleler, geliştiremedikleri düşünce biçimleriyle insanlığın ilerlemesini engellemektedir. Ona göre, kolektif sıradanlığın bir ürünü olarak kitlelerce, birey kendine uygun olana değil yaygın olana uymaya yönlendirilerek, tek tipleştirilmeye çalışarak asimile edilmektedir.
‘‘Çeşitli sınıfları ve bireyleri çevreleyen ve onların davranışlarını şekillendiren koşullar her geçen gün birbirine daha çok benzer hale gelmektedir. Eskiden çeşitli tabakaların, çeşitli çevrelerin, çeşitli ticaret ve mesleklerin ayrı dünyalarda yaşadığı söylenebilir, şimdi dünyaları büyük oranda aynı. Karşılaştırmak gerekirse aynı şeyleri okuyor, aynı şeyleri dinliyor, aynı şeyleri görüyor, aynı yerlere gidiyorlar; umutları, korkuları aynı şeylere yönelik, aynı haklara ve özgürlüklere sahipler, bunlara sahip çıkmak için yine aynı araçları ellerinde bulunduruyorlar.’’[vi]
‘‘Çağımızda, toplumun en yüksek sınıfından en alt tabakasına kadar her birey, omuzlarına çöken korkunç bir sansürün soluğu altında vaşıyor gibidir. Yalnızca başkalarını ilgilendiren şeylerde değil, kendini ilgilendiren durumlarda da birey ya da aile kendi kendine "Ne istiyorum ya da benim karakter yapıma uygun olan nedir ya da bendeki en iyi ve en yüksek huyları dürüstlükle bağdaştıracak ve onların büyümesini, gelişmesini mümkün kılacak şeyler nelerdir?" diye sormuyor. Onlar kendilerine "Benim konumuma yakışan nedir? Benim durumumda ve maddi koşullarımda bulu- nan kimseler alışıldığı üzere ne yapıyorlar? Ya da benden daha üstün bir durumda ve konumda bulunan kimseler genellikle ne yapıyorlar?" diye soruyor. Bu sözlerimle, insanlar alışılmış şeyleri kendi eğilimlerine tercih ederler demek istemiyorum. Onların alışılmış olanın dışında bir şeye hiç eğilim duydukları görülmemiştir. Böylelikle düşünme yetisinin kendisi ellerini kelepçeye uzatmış durumdadır: İnsanların zevk için yaptığı şeylerde bile, geleneğe uygunluk ilk akla gelen şey olur; bunların zevklerinde artık bireysellik yoktur, sürü halinde davranış vardır; sadece, herkes tarafından yapılan şeyler arasında seçim yaparlar: Zevk unsurundan, herkesten farklı davranmaktan suçtan kaçar gibi kaçılır; kendi doğalarından kaça kaça, en sonunda kendilerinde uyacak doğa kalmaz.’’[vii]
Varılan noktada, düşünürün bu soruna çözümü ise asimilasyonun tam olarak gerçekleşmesine daha zaman varken, ilk aşamada derhal müdahale edilmesidir. İçinde bulunduğumuz çağda, kitlelerin sahip olduğu araçlarının gücüne bakılırsa ilk aşamanın geçilmiş olması oldukça muhtemel. Tek tipleşmenin ne kadar ilerlediğinden örneklerle bahsetmek çok uzun olacağından, günümüzde tek tipleşmenin gazabına uğramamış bireylerin kalmadığını söylemek daha elverişli gözükmektedir.
-
-
Toplumun Birey Üzerindeki Otoritesinin Sınırlarına Dair
-
Üzerine sıklıkla vurgu yapılan ve temel ilke, başkalarına zarar vermediği müddetçe insanın tercihlerinde özgür bırakılması ile ilgili bu sınırın soyutluğunu biraz olsun gidermek ve gerçek yaşama daha uygun hale getirmek için olmalıdır ki Mill, bu bölümde ilke ile ilgili bulanık sorulara cevaplar vermektedir.
-
Birey topluma karşı sorumlu mudur?
-
Mill, toplumun bir sözleşme aracılığıyla kurulmamış olmasına rağmen, toplumun koruması altında olan bireylerin bu faydaya karşı bir borcu olduğunu savunur. Toplum içinde yaşamak, bireylerin birbirlerine ve topluma karşı belli sorumluluklar taşımasını gerektirir. Bu sorumlulukların başında, başkalarının çıkarlarına zarar vermemek ve toplumsal düzenin korunmasına yönelik katkıda bulunmak gelir. Bireylerin bu sorumluluklarını yerine getirmemeleri durumunda, toplumun zorlayıcı tedbirler alma hakkı bulunduğunu belirtir.
-
Başkaları hakkındaki ‘nahoş’ düşüncelerimizi beyan etmemiz, onların kişisel sınırlarını ihlal eder mi?
-
Mill, bireylerin başkaları hakkında sahip oldukları nahoş düşünceleri dile getirmelerinin o kişinin kişisel alanını ihlal edip etmeyeceği sorusuna şu şekilde açıklık getirir. Ona göre, başkaları hakkında olumsuz düşüncelerimizi dile getirmek, bireysellik ihlali değil, aksine kendi bireyselliğimizi hayata geçirme hakkıdır. Mill, bireylerin kendi sosyal çevrelerini seçme özgürlüğüne sahip olduklarını ve bir başkası hakkında olumsuz görüşler ifade etmenin, bu kişiden gelebilecek potansiyel zararları önlemeye yönelik, hatta bir başkasını uyaran bir sorumluluk olarak değerlendirilmesi gerektiğini ileri sürer. Bu, bireyin hem kendi özgürlüğünü kullanması hem de topluma karşı olan sorumluluğunu yerine getirmesi anlamına gelir.
-
Bireyin kendi hayatını kötü bir şekilde idame ettirmesinin sonuçları neler olmadır?
-
Mill’in “davranış barbarlığı” olarak adlandırdığı eylemler, toplumun daha önce deneyimlediği ve sonuçlarının bireyler ve toplum üzerinde zarar yarattığı eylemleri ifade eder. Bu tür eylemler, bireysel zararların ötesine geçerek toplumu ve geniş sosyal çevreyi etkileyebilir. Mill, bu noktada, toplumun müdahalesinin ölçüsünün, davranışın yalnızca bireye mi yoksa topluma mı zarar verdiğiyle ilgili olduğunu savunur. Eğer bireyin eylemi sadece kendisine zarar veriyorsa, topluma düşen görev bu kişiyi yanlışlarından kurtulmaya teşvik etmek ve kötü sonuçlar doğurabilecek eylemlerinin farkına varmasını sağlamaktır. Ancak, bu eylemler toplumsal kurallara zarar veriyorsa, bu durumda toplumun cezai yaptırımlar uygulaması gerekmektedir. Toplumun düzeni ve devamlılığı açısından yasaların uygulanması, bireyin zarar verici eylemlerinin toplumu tehdit etmesi durumunda kaçınılmaz bir sorumluluktur. Davranışları kendisinin ötesinde toplumsal sorumluluklarını ihlal ediyorsa da birey suç işlemektedir ve kesin olarak cezalandırılmalıdır. Bir bireyin alkol tüketerek sarhoş olması, kişisel bir özgürlük olarak değerlendirilse de aynı eylemi görev başında bir polis memurunun gerçekleştirmesi, kamu görevinin kötüye kullanılması anlamına gelir ve bu durum cezai yaptırım gerektirir. Bu örnek, kişisel özgürlüklerin ve toplumsal sorumlulukların birbirinden nasıl ayrılması gerektiğini somut bir şekilde ortaya koyar.
-
Toplum tarafından ‘ahlaksız’ olarak değerlendirilen her davranış öyle midir?
-
Mill’in tartıştığı bir diğer önemli nokta, bireylerin kendi ahlaki anlayışlarına uymayan davranışları zarar verici olarak algılamalarıdır. İnsanlar sıklıkla, kendilerinden farklı inançlara sahip olan bireyleri zararlı olarak görme eğilimindedirler. Ancak Mill, ahlaki farklılıkların cezalandırılma hakkı vermediğini özellikle belirtir. Dini bir inancın buyruklarını yerine getirmeyen bir inançsız bireyin, dindar bir birey tarafından günahkar olarak görülmesi yaygın bir durum olabilir. Fakat bu, inançsız bireyin cezalandırılmasını meşrulaştırmaz. Mill, bireysel özgürlüğün korunması gerektiğini ve ahlaki yargıların bireyler üzerindeki baskısının toplumsal düzeni bozabileceğini savunur.
-
Toplumun cezalandırma hakkındaki yöntemi yanlış uygulamalara açıktır.
-
Mill’e yöneltilen en güçlü karşıt argüman, toplumun müdahalesinin yanlış biçimde gerçekleşme olasılığıdır. Özellikle özgürlük ve sorumluluk arasındaki dengeyi sağlama çabasında, toplumsal müdahalelerin bireysel hakları aşırı şekilde kısıtlama riskine yol açabileceği öne sürülür. Bu tür bir müdahale, toplumun birey üzerindeki baskısının artmasına, otoritenin keyfi bir şekilde kullanılmasına ve sonuç olarak bireysel özgürlüklerin zedelenmesine neden olabilir. Mill, bu tür yanlış müdahalelerin önüne geçebilmek için cezalandırma mekanizmasının adil ve nesnel kriterlere dayanması gerektiğini belirtir. Ona göre, insanlar bir eylemi cezalandırırken, aynı koşullar altında kendilerinin de aynı cezaya tabi olabileceğini düşünmeli ve bu perspektifle hareket etmelidir. Bu, cezalandırma sürecinin keyfiyetten uzak olmasını ve adaletin sağlanmasını temin eder.
Bu bölümde çıkarılması gereken sonuçlar, birey tercihlerinde koşulsuz, sınırsız bir özgürlüğe bırakılmadığı, toplum içinde yaşamanın sonucu olarak topluma karşı ödevleri ve sorumlulukları olduğu, ifade özgürlüğü ise davranış özgürlüğünden daha geniş bir alanı içerdiği, birey hayatını iyiye doğru yöneltmek için farklılıklarını kullanması gerektiği ve toplumun bir parçası olarak, kendini geliştirmeyi görev bilmesi gibi çıkarımlardır.
-
SON
Özgürlük Üzerine eseri, bireysel özgürlükler ve devlet müdahalesi arasındaki sınırların belirlenmesi açısından modern siyaset felsefesine yaptığı katkılarla büyük bir öneme sahip olmuştur. Mill, toplumun genel çıkarlarını gözetirken bireyin özgürlüğünü korumanın gerekliliğini savunarak, özgürlük ve düzen arasındaki hassas dengeyi yeniden düşünmemizi sağlamıştır.
Eserde, gerçekçi bir bakış açısıyla birçok argümanla ileri sürdüğü tezini desteklemiş ve bireyin özgürlüğünün gerekliliğini toplumun gelişimi için ne kadar önemli olduğu aktarılırken, bu dengenin nasıl olması gerektiği üzerine de tartışmalara yer verilmiştir. Liberal düşüncenin temel taşlarından biri olan bu eser, yalnızca 19. yüzyıl Avrupa’sının siyasal ve toplumsal koşullarına bir yanıt olarak değil, günümüzde de geçerliliğini sürdüren evrensel bir sorgulamanın parçası olarak değerlendirilmelidir.
Bu çalışmada, Mill’in düşüncelerinin tarihsel ve felsefi arka planı ele alınmış ve bireysel özgürlük anlayışının, toplumsal normlar ve devlet müdahalesi bağlamında nasıl şekillendiği incelenmiştir. Mill’in eseri, özgürlüğün sınırlarını tartışarak modern liberalizmin temel sorularına cevap arayanlar için hâlâ önemli bir kaynak olmaya devam etmektedir. Mill’in bu düşünceleri, günümüz siyasal sistemlerinde birey ve devlet arasındaki dengeyi anlamak için önemli bir perspektif sunmaktadır.
KAYNAKÇA
Ağaoğulları, M. A. (2015). Batı'da Siyasal Düşünceler: Sokrates' ten Jakobenlere (Vol. 270). İletişim Yayınları.
Anschutz, R. Paul (2024, 22 Ağustos). John Stuart Mill. Encyclopedia Britannica. https://www.britannica.com/biography/John-Stuart-Mill
Doğan, K. C., & Şentürk, S. H. (2017). İNGİLTERE’DE ON YEDİNCİ YÜZYIL DEVRİMLER ÇAĞI VE PARLAMENTARİZMİN GELİŞİMİ DOĞRULTUSUNDA BÜTÇE HAKKI. Karadeniz Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyal Bilimler Dergisi, 7(14), 353-373.
Kalfa, C., & Ataay, F. (2015). Rousseau ve çoğunlukçu demokrasi anlayışı. Alternatif Politika, 7(3), 426-444.
Mill, J. S. (2022). Özgürlük üzerine (T. Kanbur, Çev.). Litera Yayıncılık.
Örs, H. Birsen (Der.) (2009), Modern Siyasal İdeolojiler (19. Yüzyıldan 20. Yüzyıla), İstanbul Bilgi Üniversitesi, İstanbul.
Yıldız Silier, “John Stuart Mill”, Siyaset Felsefesi Tarihi: Platon’dan Zizek’e (ed. Ahu Tunçel, Kurtul Gülenç), Doğu Batı Yayınları, 2013, s. 406-424. Gülenç, K. Siyaset Felsefesi Tarihi, Platon’dan Zizek’e, (2 Cilt). İstanbul: Doğu Batı Yayınları.