HESABIM
GİRİŞ YAP

Hoşgeldiniz! Hesabınıza buradan giriş yapabilirsiniz.



Yardım
ya da
YENİ HESAP OLUŞTUR

Bilgilerinizi girerek yeni bir hesap edinebilirsiniz.



Emine Hilal Çam

DOĞAYA BİR BAŞ KALDIRI OLARAK KOMÜNİST MANİFESTO

Düşünce ve tarih birbirini şekillendiren ve yoğuran bir evrensel döngünün ana karakterleridir. Bu evrensel döngü dünya sahnesinin kurgusu olup sürekli tekrarlaya gelen belli başlı örüntülere tanıklık eder. Düşünce, içerisinde bulunduğu zaman ve mekanın kaçınılmaz bir sonucu olduğu gibi, o zaman ve mekan da kendinden önceki düşüncenin bir eseridir. Bu noktada 19. Yüzyıl, insanlığın- bilhassa doğanın en temel iki güdüsü (yahut güdülerinin sonucu) olan mücadele ve rekabet ile yoğurulmuş ve beraberinde paradoksal bir şekilde bu temel güdülerle “mücadele” eden düşünce sistemlerini meydana getirmiştir.

1750’den 1850’ye uzanan yüzyılda Avrupa ekonomik anlamda bir değişim çağına girmişti. Bu yüzyılın ilk yarısında nüfus ikiye katlanmış, yiyecek ve tekstil ihtiyacı da böylece yükselmişti. Köylerde loca sistemleri her çeşit ekonomik faaliyeti, tarla sahipleri ise hasatları yönetiyor; köylü işçiler ise herhangi bir gelire şanslı ise ulaşabiliyor, mülkiyet hakkından yoksun yaşamaya çalışıyorlardı- ki bu John Locke tarafından insanın en temel haklarından birisinin ihlali idi ve yakındı ki Marx tarafından “mülkiyet” kavramı taşa tutulmak üzereydi. Köylü işçilerin bu yoksulluğu git gide büyüyen popülasyonla birlikte tüm Avrupa’nın yoksulluğu haline geldi. Tarım ve tekstil ihtiyacının acilen karşılanması gerekiyordu. Bu talebi ise önce Tarım Devrimi yanıtladı. Tarımsal alanlar aynı alan etrafında toplanıp yeni geliştirilen makinelerle sürülmeye başlandı. Üretim arttıkça hammadde artıyor, hammadde arttıkça da rekabet oluşmaya başlıyordu. Tarım Devrimi ile başlayan teknolojik gelişmeler yıllardır localarca kısıtlanan tekstil alanına da sıçradı. “Spinning Jenny” ve “Flying Shuttle” adlı makinelerin Britanya’daki icatlarını takip eden 42 yıl içerisinde 200 kat daha hızlı ip eğrilmeye ve işlenmeye başlamış oldu. Tarım Devrimi böylece Endüstri Devrimi’ni beraberinde getirdi. Daha çok tarımsal üretim ve artan imalat faaliyetleri üretimde rekabeti kaçınılmaz kıldılar.

Britanya’nın Endüstri Devrimi yalnızca yeni icatlardan ibaret başlamamıştı. Suları zengin topraklar ihracatı kolaylaştırıyor, hammaddeyi merkez dışına taşıyacak akarsu ulaşımına olanak tanıyordu. Dünya’nın ilk bankası ve pamuk fabrikası şaşırılmayacaktır ki Britanya’da açıldı. Bu pamuk fabrikalarının gelişmesi ve belirli bir alanda yerleşik bir halde bulunan iş imkanı sağlıyor olması, halkın ülkenin diğer köşelerinden taşınarak bu alanlara göç etmesine sebep oldu. Ne var ki zamanında tarla sahipleri tarafından yok pahasına çalıştırılan bu köylü işçiler geldikleri yerde yaş fark etmeksizin kendilerini 12 saat boyunca makinelerin başında elmacık kemikleri erimiş, sırtlarına kamburluk çökmüş bir halde buldular. 

Endüstri Devrimi Britanya’da başlamış olsa da Avrupa’nın birçok yerine yayılması çok sürmedi. Birden baş gösteren veba salgını ve Napolyon Savaşları fakir halkın acısını daha da deşerek onları ayaklanmaya ve sisteme karşı direnmeye itti. Bu süreçte zengin bir avuç insan grubu Avrupa’nın sınırlarını çizmek ile meşgul iken, başta bahsedilen evrensel döngünün ikinci başrolü olarak “düşünce” bu tarihsel silsileye adımını atmış bulundu. Marx ve Engels’in komünizim ideolojisi işte bu şekilde dünya sahnesinde yerini aldı. Eşitsizliğin, toplumun çektiği acıların asıl sebebi olup endüstrileşme ile meydana gelen rekabet ortamının bir sonucu olduğunu öne süren Marx ve Engels, hiçbir mülkiyet hakkının söz konusu olmadığı bir ütopyanın hayali kurdular –ki Lenin’in Rusyası, Castro’nun Kübası, Mao’nun Çin’inin yalnızca birkaç on-yıllık arefesindeydiler, yani ütopyalarının aslında birer distopyadan ibaret oluşu gerçeğinden...

Endüstri ve Reform Çağı’ndaki mücadelenin tek kurbanı işte bu köylülükten işçiliğe terfi etmeye cüret etmiş işçi sınıfıydı. Toplumun çoğunluğunu onlar oluşturduğundan, onların ıstırabı herkesin ıstırabıydı. Marx ve Engels işçileri ayaklanmaya çağırdığında, neredeyse herkesi büyük bir isyana çağırmış bulunuyordu. Zira o işçiler ki hepsi burjuvazi yerine hayat mücadelesini göğüslüyor, burjuvazi için makinenin bir uzvuymuşçasına varlığını sürdürüyordu. Marx, rekabeti toplumdaki bu aşırı bölünmüşlüğün sebebi olarak görüyordu. Eğer çok üretmek adına bir rekabet oluşmasaydı, ne fabrika sahipleri fabrikaların saatlerini akşam vakti gizlice geriye çekip işçileri bir saat olsun fazla çalıştırmayı akıl edecek ne de burjuvazi o günki değeriyle burjuvazi olmayı başarabilecekti.

Marx ve Engels’in kullandığı “proletarya” ve “burjuva” kelimeleri dahi o günün toplumuna bakış açılarını anlamak için yeterlidir. Bourgeoisie kökü “bourge” itibariyle şehirden gelen anlamı taşırken, proletarya yavrusundan başka hiçbir şeyi olmadan ülkesi için hizmet veren anlamı taşır. Onlara göre burjuva, yasama tarafından korunan, proletaryayı kendi çıkarları için hayatta tutacak kadar koruyan, bütün yasaları yine kendi faydasını güderek oluşturan bir grupken; işçi sınıfı, yaşı veyahut cinsiyeti fark etmeksizin hiçbir insani değeri kalmamış ve yalnızca endüstriyi ayakta tutabilmek için nefes alınmasına izin verilen bir gruptu. İşçi sınıfı o kadar değersizdi ki, yavrusundan bile söz edilemezdi bakıldığında çünkü onlar da 10 yaşından itibaren makinelerin altına sürülüverilirlerdi.

Ne var ki ne Marx ne de Engels bu rekabet ve mücadelenin Endüstri Devrimi ile başladığını iddia eder. Onlara göre sosyal sınıflaşma mülkiyet kavramı ile ortaya çıkmış ve o günden itibaren fakir olan hep zulme uğramış ve ezilmiştir. Ancak Endüstri Devrimi ile toplum daha da kutuplaşmış, işçi sınıfı bireyselliğini yitirip daha çok birbirine benzedikçe bir o kadar da burjuvadan uzaklaşmıştır. Bu noktada Endüsti Devrimi dev bir mıknatıs görevi görmüş ve zaten uzaklaşmış iki metal parçaçığı birbirinden daha da öteye itmiştir. O halde şaşırılmayacaktır ki mülkiyet kavramının kaldırılması bu parçalanmış toplumun bir araya gelmesinin yegane çözümüdür zira tüm sefalet ve ıstırap bu parçalanmışlıkla perçinlenmiştir.

İşte devlet, Marx tarafından bu parçalanmışlığı kaldırmakla görevlendirilmiştir. Bir çatışma çözücü görev üstlenerek rekabetçi bir sermayeye izin vermemeli ve özel mülkiyete imkan tanımamalıdır. Marx ve Engels’e göre hukuk, din, etik halkın uğradığı zulmü normalleştirmek için ortaya çıkmış burjuvazinin kendi faydasına dayattığı ürünlerdir. Dolayısıyla bu değerlerin önerdikleri sistemde yeri yoktur. Devlet gücünün merkezileştirilmesi, ağır vergiler, yasaklanmış miras hakkı bu sistem için sunulmuş on maddenin içinde yer alıp temelinde burjuvadan geri alınacak gücün tekrar dağıtılmasını esas alır. Bu noktada gücün eşit paylaşılması ile politik mülkiyetin kaldırılması ile ise ekonomik bir çare o günün toplumuna çağrı niteliğinde sunulmuştur.

Komünist Parti’nin Manifestosu’nda Marx ve Engels tüm bunları hassas bir dizide sıralar. Önce muhatap aldığı grubu açıkça belirler ve bunu tarihi bir arka plan üzerine oturtur. Ardından sundukları sistemin ne olduğunun yanında ne olmadığını da dikkatlice gösterir. Sundukları sistemin işçi partilerinden ayrımını yaparken, bu sistem için net çizgiler sunan 10 maddeyi de belirler. Samimiyetsiz ve gerçekçi olmayan yönleriyle diğer işçi topluluklarını değerlendirir. En son ise bunları küresel bir düzleme oturtarak zincirlerinden başka hiçbir şeyi olmayan tüm dünya işçilerini birleşmeye çağırır. Böylece parçadan bütüne ilerleyen ve muhatabını keskin ve direkt olarak ortaya sunan bu yapısı ile Komünist Manifesto diğer tüm siyasi metinlerin yanında yankısını konuşturmayı başarır.

Bugünün gözü ile bakıldığında eşitçiliği gerçekçi olmayan bir tutumla dayatan ve sonrasında distopya olarak sonuçlanmış komünist sistemin en büyük sorunu insanın rekabet güdüsünden ayrışamayacağı ve mücadelenin doğanın işleyişindeki temel yasa oluşudur. Mülkiyet hakkını durdurmak yalnızca bu işleyişi sekteye uğratma sonucunu beraberinde getirecektir. 19.yüzyılın diğer metinleri, örneğin Darwin’in evrim teorisi de mücadeleyi daha önce hiçbir bilimsel metinin yapmadığı kadar merkeze oturtur. O halde mücadelenin Endüstriyel Devrim döneminin halk için olumsuz şartların uç noktada bir hal alması ile ideolojik bir ilgi noktası haline gelmesine şaşırılmamalıdır. Toplumdaki bu rekabetin çözülmesi için gerçekçilikten uzak adımların önerilmesi- bu noktada rekabet ve mücadelenin tamamen bitirilmesi hayali- o günün gözü ile bakıldığında içinde bulunmuş oldukları çıkmazdan tek kurtuluş yoluydu. Bir bakımdan Marx, var olan tüm toplumların tarihinin sınıf mücadeleleri tarihi olduğu konusunda benimle hemfikirdir. Ancak ayrıştığımız tek nokta, benim doğadaki herhangi bir mücadeleyi entropinin kaçınılmaz bir parçası görmem, onun ise bunu mülkiyetten doğan hiyerarşik bir ayrışmanın sonucu olmaya indirgemesidir. Mülkiyet aslında ekonomik bir olgudan ibaret olmayıp, rekabet ise bunun bir getirisi değildir. Aksine rekabet doğanın dünyalıları zorladığı kaçınılmaz bir yarış, mülkiyet ise insanoğlunun bu yarışı durağanlaştırmak için attığı başarısız bir adımdır.


Sayfayı Paylaş :