HESABIM
GİRİŞ YAP

Hoşgeldiniz! Hesabınıza buradan giriş yapabilirsiniz.



Yardım
ya da
YENİ HESAP OLUŞTUR

Bilgilerinizi girerek yeni bir hesap edinebilirsiniz.



Hamza Alan | İstanbul Medeniyet Üniversitesi – Hukuk

İKTİDARIN SERÜVENİ: DİSİPLİN VE CEZALANDIRMA

The Adventure of Power: Discipline and Punish

ÖZ

Bir akış içerisinde sürekli değişimler dizgesine maruz kalan kavramlar ve kurumların incelenmesine köklerinden başlamak sosyal bilimlerin temel metotlarından biri olarak metodolojide yerini almıştır. İlk bakışta bir tür fiziki müeyyide infaz fonksiyonu ile hatırlara gelen hapishane, bir kurum olarak iktidarın yönetim aygıtı vasfını derinlerde taşımaktadır. Yönetimsel aygıt vasfına haiz olmasından ötürü kurumlar içerisinde pratik olarak incelenmesi en başatlar arasına girmiştir.

Michel Foucault, “Hapishanenin Doğuşu” isimli eseri ile bu aygıtın incelemesini ilk defa olmamakla beraber müstakil bir şekilde ele almıştır. Eserinde iktidar ve disiplin üzerine analizler yapmış, ceza sistemlerindeki dönüşümler ile bu dönüşümlerin toplumsal ve siyasal oluşumların üzerindeki etkisini incelemiştir. İşbu çalışma Foucault’un bu eserine giriş niteliğinde olacaktır.

Anahtar kelimeler: Ceza, İktidar, Disiplin, Hapishane

ABSTRACT

Starting from the roots to examine concepts and institutions that are subject to constant changes in a flow has taken its place in methodology as one of the basic methods of social sciences. Prison, which at first glance comes to mind with a kind of physical sanction execution function, carries the characteristic of a management device of power as an institution. Since it has the characteristic of an administrative device, its practical examination has become one of the most important within institutions. Michel Foucault, with his work titled “The Birth of the Prison”, has not only examined this device for the first time, but also in an independent and important way. In his work, he has made analyses on power and discipline, and examined the transformations in penal systems and the effects of these transformations on social and political formations. This study will be an introduction to this work of Foucault.

Keywords: Punishment, Power, Discipline, Prison


1. GİRİŞ

Bir bireyin veya bireyler topluluğunun kendi istekleri doğrultusunda, rızaları olup olmadığına bakmaksızın diğer insanların davranışlarını etkileyebilme, yönlendirebilme veya denetleyebilmesi[1] iktidar manasına gelir. Bireyler üzerinde kurulan bu iktidar kimi zaman en iptidai hali ile vücut bulmuş, kimi zaman ise komplike ve disiplin temelli kurumlar ile kimileri için “gizil”[i] bir alanda var olmuştur. Michel Foucault bu gizil perdeyi okuyucuları için kaldırmaya çalışmış, anlaşılabildiği oranda başarılı da olmuştur.

İçtimai hayatın başlamasından itibaren kurallar devreye girmiştir. Birbirleri ile karşılaşan insanlar, ilk tepkilerine göre kendiliğinden normlar belirlemişlerdir. Temel olarak bir normun unsuru olan müeyyide, bu aşamada sarih ve şekilci olarak ortaya çıkmasa da aksine davranışın getirdiği sonuç, çoğunlukla objektif olarak öngörülebilecek seviyededir. Bu noktada döngüsel olarak gerçekleşen müeyyidenin kısmi ödetici[2] olması, çoğu zaman vicdana hitap etmesi ne yazık ki hukuki güven ortamını sağlamakta yeterli olmamıştır. Böylece fiziki müeyyidenin gerekliliği kabul görmüş, insanlar bir egemen güç etrafında birleşerek (veya birleşmeye zorlanarak, her halükarda zorunlu olarak) kendi belirlediği normlardan (teamülden yasaya) sapma haline kaim bir müessese ile cevap vermiştir. İşte tarih sahnesinde zihinlerde “devlet” olarak şekillenecek bu kurum, çeşitli görüşler olmakla beraber hasılan böylece vücut bulmuştur. Farklı ekoller tarafından esasen farklı görüşler olmasına karşın devletin temelinde cezai fonksiyonun bulunduğu bir gerçektir.

Devlet, temel ehliyetlerinden olan ceza verme kudreti ile toplumun sapma (zamanla yasadışılık, suç) olarak kabul ettiği alanda yaptırımlar uygulamaya başlamış, böylelikle içtimai düzenin tesisi hedeflenmiştir. Tabi ki iktidarın oluşması bu kadar kolay ve medenice gerçekleşmemiştir. İktidarlar arasındaki rekabet tarih boyunca devam etmiş fakat iktidarlar yalnızca kendi arasında bir mücadeleye girişmemişlerdir. İktidar, egemenliğinin muhafazası adına kendi toplumuna da bu kudret elini bastırmıştır. En iptidai biçimde iç isyanları bastırmak olarak görülen bu mekanik, aslında denge halinde daha derinden işlemektedir. Foucault, iktidarın baskı aracı olarak kullandığı ceza ve disiplinleri bir zincir halinde incelemiş, toplumsal düzenin korunması ve iktidarın meşrulaştırılması fonksiyonlarını ele almıştır. Böylece disiplin mekanizmalarının modern toplum üzerinde nasıl bir kontrol mekanizması olarak kullanıldığını açıklamıştır. İktidarın doğasına yönelik getirdiği yaklaşımlar ile geleneksel iktidar yapısının tekamülünü incelemiş modern iktidarın derinleşmiş, yaygın, bireyselleştirici ve birey bazlı müdahaleci yapısını incelemiştir. “Bu kitabın amacı: modern ruhun ve yeni yargılama erkinin birbirleriyle bağlantılı tarihini; cezalandırma erkinin desteklerini bulduğu, meşruluk noktalarını ve kurallarını sağladığı, etkilerini yaydığı ve onun aşırı özgüllüğünü maskeleyen, bugünkü bilimsel-hukuki bütünün soy ağacını çıkartmak.” (Foucault, 2019: 59)

Çalışmamızda ise ortaya koyduğu bu yapı incelenecek olup temelde hapishane kurumunun inkişafını inceleyen bu esere ilişkin inceleme ortaya konulacaktır.

 

2. TEMEL KAVRAMLAR

Bir düşünceyi kavrayabilmek, düşüncenin lokomotiflerini oluşturan amiller olan kavramlar üzerinde yoğunlaşmak ile mümkün olabilir. Böylelikle yeni bir dil kavranmış, başka bir gözün perdesi aralanmış olur.

“Kavramla hayali birbirinden ayırmak gerekir. Hayal daima özeldir, belli bir objenin tasavvurudur, hayalde niteliğin rolü büyüktür. Kavram ise geneldir, objenin şu veya bu niteliğini taşımaz.”[3]

 

2.1. Modern Ruh

19. yüzyılın sonlarından 20. yüzyılın başlarına değin süren modernizm, insanlık tarihinin en büyük atılım dönemlerinden olan sanayileşme ve buna bağlı olarak kentleşme dönemlerine geçişin gereği olarak ortaya çıkan bir tür konvansiyonel dönüşümdür. Bu hareket ile hayatın her alanında geleneksel anlayış denilen bir kutup belirlenmiş ve bu nokta dış küme belirlenerek yeni bir düzen için dönüşümler ve onaylar diyebileceğimiz bir geçiş dönemi ve fakat yalnızca planlı bir hareket olarak değil; bir ruh olarak ortaya konulmuştur.

Modernizm ile birlikte geleneksel olana bir başkaldırı ilke edinilmiş, iktidar çevresinde bu başkaldırı ile olabildiğince objektiviteye yaklaşım sağlanmıştır. Bununla beraber bireyselleşme hareketleri bilim-sanat alanında parlamış; insan bir birey olarak iç dünyası, deneyimleri ve anlayışları ile muhatap edinilmiştir. Böylelikle nesneler alanı genişlemiş, insan-birey temelli bilimlerin ve akımların doğumu gerçekleşmiştir. Gelenekselin reddi ve bireyselleşme çerçevesinde toplumsal eleştiri ve yabancılaşma ortaya çıkmış, böylece yalnız toplum değil toplumsal olan her şey bu tahavvül çerçevesinde ele alınmıştır. Felsefesini aydınlanma çağından alan bu düşünce Karl Marx, Nietzsche, Freud gibi düşünürler ile çerçevelenmiştir.

Modern ruhun getirdiği akılcılık ve ilerlemeci anlayış ile beraber gelen yüksek verim elde etme isteği ve yine devrimlerin olmazsa olmazı kontrolcü mekanik, ceza hukukunu da derinden etkilemiştir. Foucault’un hapishane başlığı altında incelediği bu etkilimler ile cezalandırma amacı, birey-topum-iktidar, disiplinsel dönüşüm, cezaların yumuşaması arasındaki ilişki vurgulanmıştır.

 

2.2. Azap

Azap, terim olarak temelde iki farklı anlama sahiptir: Organik veya ruhsal çektirilen büyük acı; dinsel inanışa göre bu dünyada işlenmiş günahların öbür dünyada karşılığıdır. Fakat belirtmek gerekir ki bu iki anlam pratik olarak sebep zincirinde döngüsel yer değiştirmeler veya kaynaşık noktalar oluşturmaktadır. Bu iki anlam iç içe geçmiş durumda olsa da inceleme alanımız açısından, organik veya ruhsal çektirilen acı tanımı daha uygundur.

Bu noktada suçun tanımının yapılması elzemdir. Farklı ekollerin bu kavram üzerinde farklı açıklamaları vardır: Pozitivistler, suçu kaim olan, bilinen yasanın ihlali; doğal hukukçular, doğal yasalara aykırılık (Keşfedilmeyi bekleyen veya keşfedilmiş olan); sosyolojik ekol ise[4] suçu, toplumun ortak bilincini yaralayan şey olarak görür. Suç, toplumsal normun dışına çıkarak gerçekleştirilen bir tür özel sapma olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu türden bir sapmanın suç niteliğine kavuşabilmesi ancak belli bir yoğunluğa ulaşması ile başlamıştır. Bu noktada konumuz bakımından ceza hukuku, çizilecek orijin odak noktası olmak üzere merkezden uzaklaştıkça azalan değerli bir ortak bilinç kümesinin en orta noktasında çekirdek rolündedir. Böylelikle bu alana giren suçlar ortak bilinci en derinden etkileyen, toplumsal hayatın temellerinden yaşanılan sapmayı ifade eder. Ceza hukukunun bu denli merkezde olması: değişimini yavaşlatmış, yapılacak ıslahatları güçleştirmiştir.

Suçun toplumsal birlikteliğe ve bunun (döngüsel olmak üzere) bir alet ilişkisi içerisinde olduğu iktidara yönelik bu zedeleyici yanının karşılığı çok ağır olmuştur. Foucault eserini azap çektirme denilen bu görkemli, korkunç ve teatral olan örnek ile başlatmıştır:

"Paris kilisesinin cümle kapısının önünde, suçunu herkesin karşısında itiraf etmeye mahkum edilmişti; buraya elinde yanar halde bulunan iki libre ağırlığındaki bir meşaleyi taşıyarak, üzerinde bir gömlekten başka bir şey olmadığı halde, iki tekerlekli bir yük arabasında götürülecekti; sonra aynı yük arabasıyla Greve meydanına götürülecek ve burada kurulmuş olan darağacına çıkartılarak memeleri, kolları, kalçaları, baldırları kızgın kerpetenle çekilecek; babasını öldürdüğü bıçağı sağ elinde tutacak ve kerpetenle çekilen yerlerine erimiş kurşun, kaynar yağ, kaynar reçine ve birlikte eritilen balmumu ile kükürt dökülecek, sonra da bedeni dört ata çektirilerek parçalanacak ve vücudu ateşte yakılacak, kül haline getirilecek ve bu küller rüzgâra savurulacaktır.” (Foucault, 2019: 33).

Foucault, iktidar ilişkilerinin merkezi olarak bedeni görür. İktidar başlangıçta beden üzerinde doğrudan yarattığı etkiler ile bireyleri bir arada tutar, denetler ve yönetir. Bu ilişki oldukça sert ve iptidai olarak karşımıza çıkar. Bunun refleks olarak görülen ilk aşaması azap olarak görülür. Azap iktidarın beden üzerinde kendini en uç sınırlarda göstermesi, hükümdarın intikamı, mahkûmun diyetidir.

Azap, suç işleyerek hükümdarın kurduğu düzeni hiçe sayması ve toplumun huzurunu bozması sebebi ile gösterilirdi. Mahkûmun işlediği suç ile orantılı cezalandırılması mümkün değildi. Burada asıl olan bir ödetme, bir intikamdır. Bu intikam rastgele, içgüdüsel bir noktada değil, aksine tüm aşamaları incelikle planlanmış bir gösteridir. Cezai işlem olabildiğince parçalara ayırılmış, mahkûmun yalnızca bedeni değil “zamanı” bile hükümlü hale getirilmiştir. İnfaz noktasına gidişi, sandalyeye çıkışı, infazın gerçekleştirilmesi tamamıyla belirli törensel kurallar dahilinde Fransız saraylarına yaraşır incelikte tasarlıdır. Öncelikle her iktidarın hedefi verimdir. Yapılan her türlü eylem maksimum verimli olacak şekilde tasarlanır, zaman-mekan sınırları sürekli doldurulur. Bunun göstergesi olarak adli aygıtın verdiği mahkûmiyet kararının meşrulaştırılması apriori olarak tam manasıyla gerçekleştirilemediğinden, infaz aşaması bu fonksiyon ile de yükletilmiştir. Foucault, mahkûmun bu noktadaki hareketlerinin maksadın hasıl olması noktasındaki önemini vurgulamıştır. Buna göre mahkûm, tüm benliği ile kendinde gösterecektir ki yaptığı eylemin pişmanlığındadır. Bu pişmanlık adli aygıtın mahkûmiyet kararı açısından bir itiraf niteliğinde olmalıdır. Böylelikle suçlu karizmasını yitirmelidir.

Bu denli görkemli bir cezalandırma ile acaba suçun ağırlığı aşılmamış mıdır? İktidar toplum nezdinde bilinçaltında daha ağır bir suç işliyordur. Suçlu, toplumun huzurunu bozmuş ve fakat iktidar ise bunun karşılığında ona çok ağır azap çektirme ile yani suça suç fiilinin tekrarı ve hatta aşımı ile (Suç ile ceza arasında tipiklik olarak bir çakışma olmaktaydı.) karşılık vermekteydi. Böylelikle hedeflenen, iktidarın somutlaştırılması ve mahkumun bedeni üzerinde meşrulaştırma çabası her zaman sonuç vermiyordu. Toplum bu denli azap çeken bir insana acıma ile bakabiliyor ve iktidar için daha da kötüsü karizma duyabiliyordu. Suçlu yalnızca çektiği azap dolayısıyla değil bir birey olması noktasında da karizmatikti.

“Suç, kendinde bir güç ve gelecek taşımaktadır. Bastırma ilkesinin kaçınılmazlığının egemenliğinin altında olan toplumsal düzen, hükümlerine kulak asmayan veya reddeden doğadan sağlıklı kişileri, bu dar hücrelerde kapalı kalamayacak kadar güçlü kişileri cellat veya hapishane aracılığıyla öldürmeye devam etmekte ve çocuk olarak kalmak istemeyen adamları parçalamakta, kırmaktadır.”[5]

Böylelikle Foucault’un dediği gibi suçun varlığı insan doğasının baskı altına alınamayacağının delilidir. Suçlu, toplum içerisinde saklı potansiyel istençlerin şimşek niteliğindeki atılımı olmuş, suçun illi bağının vicdanlardaki yeri ile istemsizce iyi kötü olarak değil ve muhtemelen bir irade problemi ve azmettirme sistemi içerisinde bir değerlendirme ile karizmatik bulunmuştur. Her ne olursa olsun suçlu parmakla gösterilen biridir. Özellikle bireylerin homojen birleşmelerinden (Bir kap içerisinde alaşım haline gelen metal misali) meydana gelen mekanik toplumlarda, bu tür “bireyler” dikkat çekicidir. İyi veya kötü (İyi-kötü problemi çerçevesinde) kristalize olmuş, sivrileşmiş ve o oranda incelmiş insanlar karizmatik olarak görülürler.

“Polisiye edebiyat, suçluyu çevreleyen parıltıyı başka bir toplumsal sınıfa aktarmaktadır. Gazeteler ise gündelik olaylar başlığı altında, suçları ve bunların cezalandırılmalarının tekdüzeliğini destansız bir şekilde ele alacaklardır. Paylaşım yapılmıştır; halk suçlarından duyduğu eski gururundan vazgeçsin, büyük cinayetler bilgelerin sessiz oyunu haline gelmiştir.” (Foucault, 2019: 121)

Bu denli problemleri içinde barındıran azap çektirme ancak kısa bir süre dayanabilmiştir. 19. yüzyılın başında ceza seyirlik unsur olmaktan çıkmıştır. Foucault’a göre adli aygıt veya iktidar ile cezalandırma işlemi arasındaki “yasal yasadışılık” niteliğindeki bağ son bulmalıdır. Yasa ve infaz memuru ile mahkûmun bedeni arasındaki temas bir ana indirgenmiştir. Fakat bu nokta da yeterli bulunmamış, adli aygıt ile infaz arasındaki bu bağın gizli olarak yürütülmesi noktasına gelinmiştir.

Böylelikle gelinen noktada ceza anlayışında değişikler meydana gelmiştir. Cezada değişime uğrayan yalnızca yoğunluk değil aynı zamanda amaç değişikliğidir. Bu değişikliğin temeli mahkûma bakışta olmuştur. Mahkûm artık bir suç nesnesi olmuş, incelemelere tabi hale gelmiştir.

“Suçlar ve kabahatler adı altında, hep yasa tarafından tanımlanmış hukuki nesneler yargılanmaktadır; ama aynı zamanda tutkular, içgüdüler anormallikler, sakatlıklar, uyumsuzluklar, ortam ve kalıtımın etkileri de yargılanmaktadır; ırza geçmeler, ama aynı zamanda cinsel uyumsuzluklar da yargılanmaktadır. Aynı zamanda damar atışları ve arzu da olan cinayetler yargılanmaktadır.” (Foucault, 2019: 52)

Foucault, yargılananların bu saydıkları olmadığı noktasında getirilen eleştirilere genel hatlarıyla; bunların ceza yargılaması içerisine girmesi ile bu işin bir nesnesi olduğu, ruha dönük bu denli özenli bir davetin onu suç ile birlikte yargılamak için olduğunu söyleyerek cevap vermiştir.

 

2.3. Ceza

Ceza, kelime olarak karşılık manasına gelir. Bir eylemin karşılığı ceza olarak isimlendirilse de genel olarak ve konumuz bakımından ceza; bir suça karşılık ödenen bedel olarak anlamlandırılır.

Foucault, modern cezanın oluşumunun sebeplerinin bir bölümünü azap başlığı altında incelemiştir. Bunlardan biri de intikam anlayışının iktidar tarafından kendisi için yanlış aşılanmasıdır. Azap çektirmenin seyirlik unsuru ile suçun normalleşmesine alışan halk, suçun tipiği ile cezanın tipiği arasındaki bu çakışmayı gerçek kabul eder. Böylelikle intikamın ancak azap yolu ile alınabileceğine dair bir anlayışa ulaşır. Bu durumda iktidar kendi eli ile hali hazırda kendisinden intikam alma isteği ile dolu olan halka bir yöntem vermiş olur. Sonuç olarak halk ayaklanmaları oldukça kanlı ve uzlaşımdan uzak olarak tıpkı ceza infaz rejimi gibi ortaya çıkar.

Foucault, azap çektirme ile iptidai ve ikircikli olarak tatmin edilen intikam duygusunun iktidar tarafındaki dezavantajların giderilmesi ihtiyacının ıslahatlara meydan verdiğini belirtir. Eskiden yalnızca büyük suçlara odaklanan adalet sistemi artık incelmelidir. Bu daha çok azap alanı manasına gelmemektedir. Artık iktidar suçludan basit bir intikam almayacak, suçluyu tüm varlığı ile (Beden-ruh) kuşatacak, kendisine yapılan bu eylemi ve faili nesneleştirecek, halkın gözündeki itibarının[ii] daha fazla zedelemesine izin vermeyecektir. Böylece yeni bir aşamaya geçmenin vakti gelmiştir. Adli aygıt ile ceza arasındaki bağ iyiden iyiye görünmez kılınmalıdır. Zihin ve bilinçaltı alanına yönelik saydığımız olumsuzluklara yol açan cezalar görünürde hafifletilecektir. Fakat bu hafifletme samimi bir yumuşama olmayacaktır: “Resmedilmekte olan hiç kuşkusuz, mahkumların insanlığına karşı yeni bir saygıdan çok, daha becerikli ve daha incelmiş bir adalete, toplumsal bünyeyi daha sıkı bir şekilde kuşatan bir cezalandırmaya doğru olan eğilimdir.” (Foucault, 2019: 133)

Yapılan ıslahatlar, cezanın kısıtlı ve parça tesirli etkisini, kaim ve teferruatlı bir hale getirme çabasındadır. Aynı zamanda belirlilik, süreklilik ve eşitlik ilkelerinde iyileşmeyi, ekonomik ve siyasal maliyeti düşürmeyi hedefler. İktidarın keyfiliğine maruz kalan, mülkiyete ilişkin hususlar ile boca edilen bir cezalandırma sisteminin dönüşümü arzulanmıştır.

Foucault, suçun toplumsal bir işlevi olduğunu tespit eder. Suçlu, çeşitli sebepler ile bulunduğu noktaya gelmiş ve bu noktada artık toplumsal normlara uyma imkânı kalmamış veyahut elinden alınmıştır. Suçlu ise bu normlar arasında yasadışılık temayülünde olarak, kendisini hayatta tutacak (Gerek fizyolojik gerekse psikolojik) kırınımlar yaratmak durumunda kalır. Eski ceza anlayışında hoşgörü ile karşılanan bu yasadışılıklar, mülkiyet anlayışının ve statüsünün değişimi ile cezalandırılmaya başlanmıştır: “Çoğu zaman en yoksunların hayatta kalmalarını sağlayan haklara yönelik yasadışılık, yeni mülkiyet statüsü ile birlikte mallara yönelik bir yasadışılık haline gelme eğilimine girmiştir. Öyleyse cezalandırmak gerekecektir.” (Foucault, 2019: 141)

 

2.4. Disiplin

Disiplin, kurallara veya emirlere uyulmasını talep ederek kazanılan öz kontrol ve zor bir şey üzerinde çalışmaya devam etme yeteneğidir.[6] Foucault’un eserinde ele aldığı en temel kavramlardan bir disiplindir. Disiplin ile iktidarın insanları nasıl kontrol altına aldığını, halk tabakalarının en ince kıvrımına kadar nasıl kuşattığını; böylece disiplinsel iktidar ile iktidar açısından “ideal”[iii] olan modellerin nasıl elde edildiğini açıklar. “Bedene işlemlerinin özenli denetimine izin veren, onun güçlerinin sürekli olarak tabi kılınmasını sağlayan ve onlara bir itaatkârlık-yarar oranını dayatan bu yöntemlere “disiplinler” adı verilebilir.” (Foucault, 2019: 210)

Disiplin ile beraber insanların becerileri amaç doğrultusunda geliştirilmek istenmiştir. Temelde kısıtlı ayrımlar ile mübadele değeri atfedilen insandan maksimum verim elde etme imkânı ve gereği hasıl olmuştur. Artık insanın yalnızca statü, zekâ, kas-yağ oranı veya itaatkâr bir ruha sahip olması kıstasları ile sınıflandırılması yeterli gelmemeye başlamıştır. İnsanın çatlaklarından artık maksimum verim sızıntısı enjekte edilmesi gerekmiştir.

Modernizm ile beraber gelen bireyselleştirme nasıl anlaşılmalıdır? İktidar temelli bir bireyselleştirme öncesinde, birey olmak yükselen bir değerdir. Birey olmak için alaşım halinde olan toplumun genel temayülünün dışında veya içinde fakat parlak olmak gerekir. Bu parlaklık, uç veya itidalli olsun; bir mefhumun kişi ile psişik hale gelmesi ve bu halin kişide toplumsal olarak gözükecek şekilde nüksetmesi ile mevcut olur. Bu hali ile sosyolojik açıdan karizmatik şahsiyetler denilen; liderler, komutanlar, peygamberler ve özü itibarıyla suçlular karizmatik kabul edilirler. Tabi bunlar dışında eşraf denilen mahalli kişiler de unutulmamalıdır. Bir insanın birey olabilmesi kendi ruhuna adeta gark eylemiş bir haslet ile mümkün olabilmektedir. Fakat modern dönemde alçalan bir değer olarak bireyselleşme: Kişiyi yalnızca varlığı itibarıyla ve yine kendisini ilgilendirmesi ve fakat (İktidar açısından)[7] işlevselliği noktasında dikkate değer olması, kendi düşüncesi veya ruhu ile psişik olmasından değil; kendisine atfedilmesi ile var olan ve yine kullanım değeri bakımından tefrik edilen hasletler kaynaklı olmaya başlamıştır.

“Disiplinlerin tarihsel anı, yalnızca becerilerinin gelişmesini veya bağımlılığın ağırlaştırılmasını değil de aynı zamanda onu aynı mekanizma içinde daha fazla yararlı hale getirdiği ölçüde daha da fazla itaatkâr kılan (ve tersine) bir ilişkiyi doğurmayı hedefleyen bir insan bedeni sanatının doğduğu andır.” (Foucault, 2019: 210)

Ortaya çıkan bu “siyasal anatomi” yeni bir keşif olmamakla beraber, var olanın derinleşmesi; ulaşabileceği tüm kanalları işgal etmesidir. İnsanın her hareketi ve hatta zamanı üzerinde etkin olan bu disiplinsel kudret: Kişinin eylemleri üzerindeki determinasyon hakkını elinden alır, her hareketini normatif hale getirir ve bazı durumlarda karar hakkını kendisine vererek bu maske altında hayat bulur. Böylelikle zaten var olan emek sömürüsü maksimize hale gelir.

“Eğer ekonomik sömürü emek gücü ile emeğin ürününü birbirinden ayırıyorsa, disipline dayalı baskı da bedende, arttırılmış bir yatkınlık ile büyüyen bir egemenlik arasındaki zorlayıcı bağı kurmaktadır.” (Foucault, 2019: 211)

Disiplin, öncelikle mekân içerisinde tam bir dağılmayı hedefler. Tasarladığı mekân ile “… dağıtıma tabi tutulacak ne kadar beden veya unsur varsa o kadar parsele ayrılmaya yönelmektedir.” (Foucault, 2019: 217) Ayrıca mimarinin işlevsel olması ve unsurlar arasında değişime açık sınıfların bulunması elzemdir. Disiplinsel iktidar “çitleme” ile “bireyselleştirdiği” mahkumları kendi hallerine bırakmamaktadır. Burada devreye Jeremy Bentham’ın 1785 yılında ortaya koyduğu disiplinsel mimarinin anıtlarından olan Panoptikon girer:

“Panoptikon'un temelinde yatan ilke, tek odalı hücrenin içindeki sakine saklanacak hiçbir yer bırakmaması, buna karşılık dış cephedeki duvarın penceresinden gelen dış ışığın kuledeki nöbetçilere mahpusun her hareketinin bir siluetini izleme olanağını sağlamasıydı. Bentham'ın yaklaşımına göre, gözlemlenen her yanlış davranışının ceza getireceğini bilen, ama davranışlarının aslında ne zaman gözlemlendiğini bilmeyen mahpusun, aklını başına toplayarak her zaman izleniyormuşçasına davranmaktan başka seçeneği yoktu. Böylece mahkûm bizzat kendi hareketlerini kollamak durumunda kalacaktı.”[8]

Bir insanın mülk halinde olması; kullanma, tasarruf ve yararlanma haklarının nesnesi olması kölelik olarak adlandırılır. Bu haliyle insan iptidai bir iktidarın (sahibinin) elinde bedenen mülkiyete tabi hale gelmiştir. İnsanlık tarihinde uzun bir dönem insanlar alıp satılarak, yaşamları ve ölümleri bir iradeye bağlanmıştır. Fakat modernizmin dönüştürdüğü her kurum gibi bu kurum da dönüşüme uğramış, görünürde ise kaldırılmıştır. 

Eskiden beden olarak meta haline gelen, kullanım değerinin yanında mübadele değeri edinen insan; modernleşme ile beraber artık ruhen de iktidar altında ezilmeye başlamıştır. İktidar disiplin ile beraber yatkınlaştırılmış bireylerin tüm varlığı üzerinde egemenliğini kurar. Bu egemenliğin en başat özelliği ise gizil olmasıdır. Öyle ki birey iktidara karşı çıktığını, dik durduğunu düşünerek, iktidarın çatışma hali unsurlarının baş hizmetkarı haline gelir.

Öncelikli olarak hapishanede kullanılan disiplinsel yöntemler: Kolejlerde, ilkokullarda, atölyelerde, hastanelerde ve bir reform hareketi olarak askeriyede kendini göstermeye başlamıştır. Böylelikle nesne haline gelen insan ve kitapta örneğini çokça göreceğimiz inceleme alanına giren insan ile birlikte artık (Nesne-insan merkezli) yeni bilimlerin doğuşu hızlanmıştır.

 

2.5. Hapishane

Şeklen oluşumu yeni tarihli olarak düşünülün hapishane; mana ve mefhumunda mündemiç oluşumlar olarak daha öncesinde ve hem de adli aygıttan bağımsız olarak ortaya çıkmıştır. Foucault, bu durumu şu şekilde açıklamıştır:

“Bireyleri dağıtıma tabi tutmak, onları sabitleştirmek ve mekan içinde paylaştırmak, tasnif etmek, onlardan en fazla zaman ve en fazla gücü çekip almak, sürekli hareketlerini kodlamak, onları hiçbir boşluğu olmayan bir görünürlük içinde tutmak, onların etrafında koskoca bir gözlem, kayıt ve notlandırma aygıtı oluşturmak, onlara ilişkin olarak biriken ve merkezileşen bir bilgi meydana getirmek üzere, toplumsal bünyenin tümü itibariyle usuller yoğrulduğunda; hapishane, adli aygıtın dışında oluşmuştur.” (Foucault, 2019: 335)

Hapishanenin doğuşu esasen bir dönüşüm halidir. Bu dönüşüm derinden bir kopuş olması noktasında doğum olarak adlandırılabilir. Kendisini ceza tipikliği ve infaz usulleri açısından eşitliğe dayandıran adli aygıt, disiplinsel bağlar ile kuşatılmış durumdadır. Cezai yargılama: Alçalan bir değer olarak bireyselleşen toplumda, cezayı da bireyselleştirme temayülüne tabi kılmıştır. Artık mahkûm yalnızca bedenen yargılanmıyor, ruhen de yargılanıyordu. Kişinin eylem üzerindeki iradi ehliyeti, failin tasavvuru, sonuç ile istenilen arasındaki bağ ve bu bağ üzerinde failin hakimiyeti gibi fiziki-psikolojik hukuki bir yargılama başlamıştı. Öyle ki failin durumu kesinleşmiş cezası üzerinde dahi değişiklik yapma kudretine haizdir. Ceza vermenin amaç dönüşümü ile kişinin ıslah edilmesi de denetlenebilir hale gelmelidir. Bu noktada ise yine adli aygıt eline yetki verilmesi hapishane kurumunun özü ile çatışmaktadır. Ereksel nedeni mahkumların ıslahı olan hapishanenin bu işin denetiminde de söz sahibi olması işin doğası gereğidir. Temelinde eşitlik olan adli aygıt ise tüm bunlardan sıyrılıp özerk olmayı istemektedir.

““Eşit” olduğunu söyleyen adli bir aygıt, “özerk” olmayı istemekte, ama disiplinsel olarak tabi kılmaların yarattığı simetri bozuklukları tarafından kuşatılmaktadır, “medeni toplumların cezası”[9] olan hapishanenin doğuşunun bağlantısı işte böyledir.” (Foucault, 2019: 336)

Kabul edilmelidir ki daha başlangıçtan itibaren hapishanenin bir tür ıslah işlevi ile yüklendiği doğrudur. Bu işlevin yerine getirilebilmesi için bazı yöntemsel araçlara başvurulmuştur. Öncelikli ilke mahkûmun dış dünyadan soyutlanması, yalnızca bireysel değil aynı zamanda bireyselleştirici bir cezadır. Yatay düzlemde bir bağ kurmaları engellenecek, yalnızca hiyerarşik bir ilişki ağı içerisinde hayatta kalabileceklerdir. Tutuklu ile gardiyan arasındaki bu ilişki gardiyanın soyut insan kişiliği ile olabilmektedir. Böylelikle tutuklu, gardiyanın şahsında insanı sevmek zorunda kalacaktır. Böylelikle iktidarın isteği dışındaki her tür ilişkisi kesilerek tutuklu bireyselleştirilecektir. İkinci olarak: tutuklu çalıştırılacaktır. Böylelikle tutuklu suç işleyerek dışına çıktığı toplumsallığa tedricen döndürülecektir. İbadeti çalışmak olan yeni ve disiplinsel bir din oluşturulmuştur. Anlatı ile uyuşur bir biçimde cennet bir geriye dönüştür. Üçüncü olarak: cezanın ölçü-zaman değil de amaç-zaman olarak uygulanmasıdır. Cezanın bireyselleşmesi ve bu temel ilkeler etrafında şekillenmesi hapishane görevlilerinin yargıları ile olacaktır. “Eski cezai rejimde yargıçların cezayı çeşitlendirmelerine ve hükümdarların buna daha sonra son vermelerine olanak veren bu keyfiliğin…”[10] artık sonu gelmiştir. Adli aygıtın dıştan müdahalesi olmayacaktır. Artık adli aygıt özerktir…

Hapishane ile beraber suç failleri arasında bireyselleştirici bir sınıflandırma işlemi başlatılmıştır. Mahkum, eski ceza hukukunda yasa ihlalcisi iken artık bir suçludur:

“Suçlu yasa ihlalcisinden şu noktada (…) ayrılmaktadır: O yalnızca eyleminin faili olmakla (serbest ve bilinçli iradeye ilişkin bazı kıstasların işlevinde, sorumlu fail) kalmamakta, aynı zamanda suçunu koskoca bir karmaşık ipler ağıyla da bağlı olmaktadır (iç güdüler, itkiler, eğilimler, karakterler). Cezaevi tekniği failin ilişkisine değil de suçlunun suçuna yatkınlığına yöneliktir.” (Foucault, 2019: 367)

Böylelikle hapsetme ile kısıtlanmış bir oranda ıslah etme içeren hapishane, cezaevine dönüşerek “… katı kurum” halini almıştır. Adli aygıtın muhatap aldığı kişi ile cezaevinin suçlusu bu şekilde ayrılmakta ve arkasında iki özerk kurum bırakmaktadır. Eskiden hapishanenin suçlu üretmesine[iv] neden olduğu söylenilen bu bağlılık böylece kopmaya başlamıştır.

Foucault eserinde, müstakil bir kurum haline gelen iyi bir hapishanenin bilinen yedi evrensel özdeyişine yer vermiştir. Öncelikle bir cezaevinin asli işlevi “ıslahattır”. Mahkûmlar toplumsal hayata geri salınmadan önce tedrici bir ıslah disiplinine tabi olmalıdırlar. Bu ıslahatların maksimum verimde yapılabilmesi ve doğru zamanın bilinebilmesi için mahkumlar, sosyolojik, psikolojik, fizyolojik ve dönüşüm safhalarına göre “sınıflandırılmalıdırlar”. Mahkûmun ıslahı için suç ile ceza arasında bir tipiklik yaratılması ve ceza zamanının belirlenmesi için “cezaların çeşitlendirilmesi” gerekir. Islahın başarıya ulaşımı için gerçek hayat simülasyonu gibi bir çalışma ortamı sağlanmalı, “zorunlu ve hak ilkesi olarak çalışma” aşılanmalıdır.  Cezanın yumuşatılması karşılığında, çalışmak artık bir hak ve zorunluluktur. Hapishanenin amacı yalnızca tipik bir birey inşa etmek değil, iktidar açısından en ideal olanı yaratmak olmuştur. Bu noktada “cezaevi eğitimleri” ile mahkûmun gelişimi ve yatkınlıklarının iyileştirilmesi sağlanacaktır. Hapishanenin amaç değişimi ile beraber artık mahkûmların iktidarın bireyselleştirdiği (tıpkı okullar vasıtasıyla yaptığı gibi) geleceğin değerli vatandaşlarıdır. Bundan ötürü cezaevinin denetimi “teknik bir denetim” olmalıdır. Hapishaneden çıkan bireyin toplum içerisindeki davranışları da “ek kurumlar” ile denetlenmelidir.

 

3. TARİHİ ve SOSYOLOJİK SİYASAL BAĞLAM

Foucault, eserinde ceza sistemlerinin ve iktidarın yönetsel aracı olarak disiplinin tarihsel dönüşümünü yine etkin siyasal iktidar merkezli inceler. Orta çağ, erken modern dönem ve modern dönem ceza sistemlerindeki değişimleri karşılaştırmalı olarak incelemiş, giderek azalan yoğunluktaki cezaların ve bir baskı aracı olarak iktidarın soyutlaşmasının sebeplerini açıklamıştır. Suç işleyen bireyin bedeni üzerinde kendisini gösteren iktidar zamanla bedenin içerisinde belirmiş, oto kontrol disiplin mekanizması ile dıştan bir baskı olarak değil içkin bir ruh olarak dönüşüm sağlamıştır. Tarihsel açıdan disiplin çerçevesinde biyopolitika ve iktidar ilişkisinin üzerindeki perdeyi kaldırmış, modern toplumlarda bu durumun işleyişini ve dönüşümünü anlatmıştır. Günümüzden baktığımızda yine disiplinsel iktidarın bu işleyişini, hastanelerde, fabrikalarda, okullarda ve ekseri kurumsallaşmış her yapıda görmek mümkündür. Açık plan ofisler, zamanın yönetimi ve müfredat bağlamında okullar, işçinin maksimum verimini isteyen ve bunun için disiplinsel yöntemler ile kişi üzerinde zamansal ve fiziksel egemenlik kuran işletmeler bunlara örnektir. Günümüz dünyasında “normal” kişi tam bir disiplin altında hareket eder hale gelmiştir. Kişiler hat safhada bireyselleşmişler (Türkiye’de 5,2 milyon insanın yalnız yaşadığı düşünülmektedir[11] ) ve fakat bu bireyselleşme iktidarın bir belgeleme ve bireyselleştirme politikası ile olmaktadır.

Modern toplumda gözetim neredeyse her alanda ve normalleşmiş bir biçimde vardır. Bentham’ın Panoptikon’u adeta küresel çaplı bir biçime kavuşmuş, modern toplumda insan her yerde bir hücrenin içindeymiş gibi (kameralar, sosyal medya, kişiselleştirilmiş nesneler…ile) izlenmeye başlanmış, kişinin determinasyon hakkına oto kontrol ile ket vurulmuş ve yine aslında son zamanlarda da gündemde olduğu üzere oto sansürler ile modern ve uçsuz bucaksız bir hapishane inşa edilmiştir.

Tarihte bazı dönemler vardır: Her şeyin uçta yaşandığı, temel normların rafa kalktığı; savaşlar, salgın hastalıklar ve doğal afetlerin yaşandığı dönemler. Bu olağanüstü koşullara cevap olarak iktidarın yetkilerinin maksimize olduğu bir siyasal refleks durumu yaşanır. İşte bu anlarda iktidar yeni kısıtlamalar getirerek durumu nötralize etmeye çalışır. Fakat bu değişimler genelde kalıcı olur. Örneğin dünya savaşlarından sonra gelen sınır ve vize uygulamaları veya COVID-19 sonrası çalışma koşullarındaki fedakârlık temelli yeni sömürü noktaları kalıcı hale gelmiş düzenlemelerdir. Çeşitli sebepler altında iktidar bireyselleştirme ve belgeleme siyasetini her fırsatta gütmüştür. Buradan da görüleceği üzere disiplinsel iktidarın tarihte olduğu gibi günümüzde de sosyolojik-siyasal bir baskı aracı olarak kullanımı, devam etmektedir.

 

4. SONUÇ

Michel Foucault’un Hapishanenin Doğuşu eseri, modernizmin etkisi ile beraber iktidar ve aygıtlarındaki dönüşümü hapishane, okul, atölye ve askeriye üzerinden inceler. Bu dönüşüm neticesinde ortaya çıkan disiplinleri yöntemsel ve araçsal olarak inceler. Bu çerçevede modern ceza sisteminin bir anatomisini oluşturmuş, ayrıca bu sistemin evrimini tarihsel açıdan ortaya çıkarmıştır.

Foucault, eserini ceza sisteminin evrimsel kronolojik sıralamasına uygun olarak kaleme almıştır. Böylelikle fiziki ve azap dolu cezadan, disiplin merkezli cezaya geçiş ile insanların ne denli kontrol altında tutulduğunu ortaya koymuştur. Disiplinsel iktidarın yöntemsel ve araçsal maskesini indirerek bu metotların toplumsal hayattaki diğer oluşumlar üzerindeki varlığını ortaya koymuş, mümkünler arttıkça (teknolojik gelişmeler, salgın hastalıklar, çatışma ortamları) egemenliğini arttıran iktidarın siyasal anatomisini çizmiştir. Çalışmamız sonunda Michel Foucault’un bilimsel-hukuki soy ağacını ve bu tespitlerin günümüz için geçerliliğini incelemiş bulunuyoruz.

 

 

KAYNAKÇA

ansiklopedi.tubitak.gov.tr

Emile Durkheim, “Toplumsal İş Bölümü”, İstanbul: Cem Yayınevi

Emile Durkheim, “Dinsel Yaşamın İlk Biçimleri”, Cem Yayınevi

Foucault, (2019), Hapishanenin Doğuşu, İmge Yay.

Hamza Alan, (2023) “Günümüzden İbn-i Haldun’a Bakış – Mukaddime Eseri ve Temel Kavramlarının İncelenmesi” Bkz. Academia

https://www.sosyologer.com/hapishanenin-dogusu-kitap-analizi-michel-foucault/

İbn Haldun, (2022), “Mukaddime” (Çev. S. Uludağ), İstanbul, Dergâh Yayınları

İsmail Köz, “Kavram Mantığı”. https://acikders.ankara.edu.tr/pluginfile.php/109798/mod_resource/content/1/KAVRAMLAR.pdf

Karl Marx, Kapital, Yordam Kitap

Larousse, 1; 712 İstanbul, Meydan Yay.

TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul, (1999)

Zuhal Sönmezer, “Foucault’un Biyoiktidar Kavramsalını Fenomenoloji Üzerinden İnceleme: “Hapishanenin Doğuşu” Socrates Journal of Interdisciplinary Social Studies, 2023, Year 9, Volume 30



[1]https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/iktidar

[2] Bu noktada kefaret teorisinin kökeni yer almaktadır. Cezanın yalnızca ahlaki yönü ile ilgilenen bir anlayış hakimdir.

[3] Necati Öner, Stres ve Dini İnanç, T. Diyanet V. Yay., 3. Baskı, Ankara, 1988, s. 28

[4] Durkheim bu fikrin öncüllerinden olmuştur.

[5] La Phalange, 10 Ocak 1837.

[6] Diamond A (2013). "Executive functions"Annual Review of Psychology. 64: 135–168

[7] Burada kişi açısından işlevsellik aranmaz. Kişi tercihini işlevsel olmayan hatta yoğunlukta olarak zorlayıcı hale getiren bir tercihte bulunabilir. Burada iktidar açısından işlevsel olması gerekli ve yeterlidir.

[9] P. Rossi, Traite de droit penal, 1839, III, s. 169.

[10] Foucault, 2019: 358

[11] Bkz. TÜİK



[i] İçinde bulunduğu nesnenin durumu değişince ortaya çıkan, böyle bir durumda kendini gösteren, iş halinde olmayıp varlığı gizli kalmış olan.

[ii] Suçlu, işlediği suç ile hükümdarın halk nazarında itibarını zedeler. Hükümdarın kurduğu yasal düzeni tanımayarak adeta meydan okur. Devletin temeli olan güvenlik unsuru ile güven ortamını da sarsarak; halkın iktidara olan saygısını azaltır.

[iii] Burada ideal olan yalnızca bir olan değildir. Birleri bir olarak kabul ederek, o birler içerisinde şartların el verdiği en ideal olan birdir. İşte iktidarın “alçaltıcı” değer haline getirdiği bireyselleşme budur.

[iv] Burada belirtmek gerekir ki bu üretim rastlantısal düzeyde kalmamıştır. Suçu bastırmayan iktidar suçu yönetmeyi tercih etmiş, bu noktada suçluları kullanma üzerine bir suç siyaseti gütmüştür. Hapishaneden ayrılan suçluların tekrar suç işlemesi iktidarın suç siyasetinin bir parçası durumuna konulmuş, böylelikle kontrollü bir yasadışılık ve yasal bir yasadışılık yaratılmıştır. Yasalar içerisinde kabul göremeyen ve sübvanse edilemeyen bu yasadışı alan, hapishaneler vasıtası ile iktidarın kullanımına ve yararına açılmıştır. Bir nevi örtülü (ve yasadışı) ödenekli özel teşebbüs halinde kullanılmıştır.

 

 

 

 


Sayfayı Paylaş :